br/>
Bu yazıyı bisiklet sürüşümle yazıyorum. Çünkü bisiklet sürmek, boş bir kağıda her pedal çevirişinde kelimelere bırakmaya benzer. İnsanı rahatlatan bir yanı vardır. O yüzden bisiklet sürüşümle yazmam, bu yazının başlangıcına dair bir rahatlığı anlatıyor. Ancak bu rahatlık, kent ve ulaşım konusu gündeme geldiğinde bir sıkıntıya bırakıyor kendini. Kent ve ulaşım arasında ki ilişki, hele İstanbul gibi bir kentte yaşıyorsanız, içiniz sıkılmadan ele alabileceğiniz bir konu değil çünkü.
Türkiye açısından tartışmasız en önemli sorunlardan biri ulaşım sorunu. Ulaşım politikasını cumhuriyetin ilk yıllarının aksine "asfalt yollarla ördük anayurdu dört baştan" şiarı üzerine kuran, böylelikle devasa petrol şirketlerinin en önemli pazarlarından bir olma yolunda önemli adımlar atan, aynı zamanda her yıl on binlerini trafik kazalarına kurban eden bir ülkede, ulaşım sorununun önceliği tartışmasız bir konu. Şehir içi ulaşımında ise yaşanan krizin boyutları, kentin çeşitli bölgelerinde yeni açılışları yapılan kavşaklarla kendini gösteriyor. Kentin ulaşımı için yapılan devasa yatırımlar, 3. köprü tartışmaları gündemin öncelikli sıralarına taşınıyor.
Zamanının büyük bir kısmını havasız, sıkça durup kalkan, sıkışık toplu taşıma araçlarında ayakta geçiren ücredilerin durumu ise ne yazık ki daha feci. Ulaşım sorununa bir parça çözüm olabilecek raylı sistem ise ağır aksak yürümeye devam ediyor. Giderek genişleyen otoyolların, sayısı artan otomobillerin arasında sıkışan kentliye yeni çözüm yolları yaratmak gerekiyor.
Bisiklet en azından büyük bir çoğunluğumuz için sürmekten keyif aldığımız bir araç. Dünya çapında neredeyse 6 kişiden biri bisiklet sahibi. Ve bu bisikletlerin yüzde 70'i taşıma amaçlı kullanılıyor. Japonya'da tüm ulaşımın yüzde 15'i bisikletlerle sağlanıyor. Bisikletin kimi ülkelerde insanların işe gidiş-gelişlerinde kullandıkları önemli bir araç olduğunu da biliyoruz. Oysa ülkemizde bisiklet daha çok bir eğlence aracı. Ve kentierin motorlu araçlar üzerine kurulmuş dünyasında, neyayalarca, ne de otomobil sahiplerince hoş karşılanmayan, yeri olmayan bir araç. Kimi parklarda bile "bisiklet giremez, yayalar içindir" tabelasını görmeniz mümkün. Tüm olanaksızlıklar içinde kentin sokaklarında olanca riski sırdayarak bisikletinizi alıp işe giderken sıkça ezilme tehlikesi geçirmeniz de.
Kent ulaşıma muhtaçtır. Bir kenti kent yapan ulaşımı mümkün kılmasıdır. Ulaşılamayan yer kent değildir. Biz geç ve sıkışık ulaşmanın kentlerinde, yollarda harcadığımız zamanların hesabını tutamadan yaşıyoruz. Oysa zaman hepimiz için en önemli değer. Tüm üretimlerimiz zamanla bağlantılı.
Kentin tasarımında öncelikler sorunu her zaman kilit bir rol oynamıştır. Kentin öncelikleri otomobil sahiplerinin ihtiyacına göre şekilleniyor, kentin kilit bölgeleri yeni rant alanları olarak yeniden yapılandırılıyorsa sorunu uzaklarda aramamak gerekiyor. Ulaşım ve barınma gibi temel hakların bir öncelik sonralık konusu olarak ele alınması ve bu hakların kullanımı konusunda sınıfsal tercihlerin gündeme gelmesi, geniş kitlelerin sıkıntılarının göz ardı edilmesi kabul edilemez. Ancak ne yazık ki yaşanan dinamikler bunun aksini gösteriyor.
Ulaşımın temel dinamiklerini tekrar ele almamız, yaşadığımız kenti en kolay, en ulaşılabilir, en ekonomik ve en geniş kesimlere hizmet verecek şekilde düşünmemiz gerekiyor. Burada ulaşımı çeşitlendirme görevi ise kent yönetiminin önünde bir sorumluluk olarak duruyor. Bu sorumluluk ise önceliklerle sınırlı. Bireysel otomobil kullanımının tercih edilebilir olmaktan çıkartılması, deniz ulaşımının, raylı toplu taşımacılığın ve motorsuz araç kullanımının yaygınlaştırılması için gerekli çabaların gösterilmesini beklemek kentli olarak hakkımız.
Queen grubunun ünlü solisti Freddie Mer-cury'nin "I want ride my bicycle" (bisikletimi sürmek istiyorum) derkenki coşkusu ile, şehiriçi ulaşımın işkence değil, keyif alınan bir hal almasını hayal ediyorum. Çünkü önce hayal kurmayı öğrenmemiz gerekiyor, daha güzel bir dünya için...
|