Yapı Dergisi’nin 300. sayısında da yer alan, Afrika, Asya, Okyanusya ve Amerika medeniyetlerine ve sanatına adanan Paris'teki “Quai Branly Müzesi”nin mimarı Jean Nouvel ile yapılmış özel bir söyleşi... Kendine has tarzıyla Fransa’nın en önde gelen mimarlarından biri olan Nouvel; Télérama dergisinden Luc Chatelier'ye , “Gökdelenler inşa edilmeli mi? Toplu konutlar yıkılmalı mı? Herkesi dinlemek mi gerekir?” sorularına cevap veriyor; kendi tercihlerini savunurken sürekli aynı binayı tasarlayan meslektaşlarını kınamaktan çekinmiyor.
Botlarından şapkasına kadar siyahlar içinde, Jean Nouvel, 60 yaşında ve gücünün doruğunda. Eski patronu ve yakın arkadaşı mimar Claude Parent, bir yıldıza dönüşen Nouvel’i selamlayarak : “onun bu duruşu ve havası...” diyor ve ekliyor “Cesur olmak, başkalarına aldırış etmemek ve söylenenlere kulak asmamak lazım”. Ama gösterişçi yanını iğnelemekten de geri kalmıyor: ”beyefendi kollarını sıvamış, havasından geçilmiyor”. Gerçekten de “Fransa’nın en büyük mimarı” en azından ajansının büyüklüğüyle (Paris’te 100, diğer ülkelerde 50 kadar çalışan) 30 yıldan beri bağlamsal, yere bağlı, yani bir kente, insanlara ya da fonksiyona bağlı mimari iddiasının arkasından iştahla koşuyor.
Paris’teki, Arap Dünyası Enstitüsü’nde (1987), güneşe göre açılıp kapanacağı planlanan müşrefiyeler hiç düzgün çalıştı mı? Tabii ki hayır, ama hiç olmazsa fikir parlaktı. Peki, bazılarının onun Lyon Opera Binası'nı ekmek kızartma makinesi ile kıyaslamasına ne demeli? Gece görünüşü benzeyebilir, ancak eski tiyatronun duvarları içine oturtulmuş bu kırmızı parıltılı çizgili silindir gerçekten de bir gösterinin dekorunu çağrıştırıyor. Loire’ın hemen kenarına yerleşmiş ağır antrasit yığını olan Nantes Adalet Sarayı insanı ürkütmüyor mu? Belki, ama zaten adalet gülünecek bir şey değil ki... Buna karşılık, O, uzun bir günün sonunda akşam geç saatlerde yüz yüze kalınca, kuşkuların rahatlatıcı izlerinin ortaya çıkmasına izin veriyor. Konuştuğunda bir gece kuşu gibi kıvrılan gözleri gibi ağızdan dökülen kelimeleri de gizleyemediği tutkusunu kendini beğenmişlikten ayırıyor.
Télérama: Size göre mimarlığın birinci tanımı nedir?
Jean Nouvel: Bence mimarlık bir binanın inşası gibi zorunluluklardan sapıp, bize asla sorulmayan bir soruya: Sanatçı olarak toplumumuzu nasıl kavradığımıza ve zamanımıza nasıl tanıklık ettiğimize cevap vermektir:
Télérama : “Louisana Bildirisi” içinde yer alan ve internette dolaşan bir metinde şöyle yazmışsınız : “2005 yılında mimarlık, yerleri hiç olmadığı kadar ortadan kaldırıp onları bayağılaştırdı ve hırpaladı”...
Jean Nouvel: Louisiana’nın ne olduğunu iyi belirleyelim: Geçen sene benim çalışmalarımdan bir serginin yer aldığı, Kopenhag yakınlarında, kendini sürekli yenilemeye çalışan ve yeriyle mükemmel bir ortak yaşam içerisinde olan muhteşem bir müze. Mimari kayıtlar konusunda bir harika. Kısacası, tarihe, yerlerin coğrafi özelliklerine ve binaların kullanım olanaklarına bağlı “özel” mimarlığı ve bilinen çözümleri yeni yerlere adapte etmekten başka bir şey yapmayan “genel” mimarlığı karşılaştırmak için ideal bir çerçeve. Bugün bu benim mesleğim için temel bir karşılaştırma.
| Quai Branly Müzesi |
Télérama: Aynı metin içinde bu “genel” mimarlık için “politik ve sıkıcı kentsel bir geçmiş”’ten bahsediyorsunuz.
Jean Nouvel: Gerçekten de, standart modeller kusmaktan sıkılmayan bürolarda üretilen bu mimariye karşıyım. Şu anda bilgisayarlar sayesinde, aynı projeyi sonsuza kadar kopyalayıp, birkaç parametresini değiştirip iki kat ekleyip çıkartarak, üç detay ekleyip “yerel” bir renge boyayabiliyoruz. Sonuç: Tüm gezegende, aynı tarz Amerikan binaları, aynı camdan ofisler, aynı alışveriş merkezleri ve sonsuza kadar aynı evlerle karşılaşılıyor.
Télérama: Bir başka eleştiriniz ise şöyle: Güzel olsalar da her tür bağlamın dışında kalan “bekâr nesneler”in getirdiği küçük mutluluklara da karşısınız.
Jean Nouvel: Bu noktada, tepeden inme başka bir mimarlık biçimine değiniyoruz: daha bilge oldukları halde mantık dışı kalan ve resmi bir dille yapılarını oraya buraya konduran sanatçıların mimarisi. İsimler ? Kendiniz bulabilirsiniz... Kilometrelerce uzaktan bile tanınabilen, fakat bulundukları iklim ve ortam özelliklerine tamamen yabancı bu eserleri düşünmek yeterlidir. Bana göre, yerel tarih ve coğrafyadan tamamen kopmuş bu mimari jestler otizm göstergesidir.
Télérama: Sizce bir mimar, çalışmalarında nasıl bir yaklaşım içinde olmalıdır?
Jean Nouvel: Önemli olan diyalogdur. Ben çalışmama mekânın kültürünü ve topografyasını inceleyerek başlıyorum. Şu andan, yaşamdan ve karşılaştığım insanlardan da besleniyorum. Binalar şekil ve dokularla oldukları kadar insani, tarihi ve çevresel parametrelerle de şekillendirilmelidirler; yoksa eser ölü doğar. Geçtiğimiz yüzyılın Corbusier ve Niemeyer (Brasilia’nın tasarımcısı) gibi kuramcılarının aksine, bence mimarlık duygusal bir olaydır. Yaptığın işi sevmek, işi yapma hevesinde olmak ve insanları mutlu etmeyi istemek lazım. Karşıt fikirlerle yüz yüze gelmekten korkmamak lazım: çünkü bugün her yerde aynı oranlar, aynı duvarlar ve aynı pencerelerin yinelenmesi için herkes elinden geleni yapmaktadır.
Télérama: Bugün banliyöleri saran umutsuzlukta mimarların da sorumluluğu var mıdır?
Jean Nouvel: 60’lı yılların toplu konut siteleri, küreselleşmenin ve bağların yok olmasının ilk belirtileridir. Kuşkusuz zamanında modern mimari, soyutlama ve merkezi ısıtmaları, banyoları ve cömert ilkeleriyle Corbusier’in ışınsal şehri gibi iyi mazeretler vardı. Fakat başlangıçtaki kahramanca, plastik kaliteye sahip ve kuramsal bu fikirlerden geriye hiçbir şey kalmadı. Corbusier’nin şehirlerinde spor yapmak ve boş zamanları değerlendirmek için ayrılmış alanlar, bitki örtüsü, teraslar, binalara bağlı teçhizatlar ve ışığın seviyesinde düşünülmüş apartman daireleri vardı... Sonuç çok çok uzak kaldı: Kuleler 1.50 m.’ye 1.20 m. küçücük pencereleri olan daracık apartman dairelerinden ibaretti. Başka hiçbir şeyden değil! Buradaki yanlışlık ortada: Olanak ve siyasi irade eksikliğinden dolayı ortak donatılar, ulaşım ve ticaret olanakları ve kültür ve spor merkezleri “unutuldu”. Ve mimarların rüyası olan “yeni şehirler” “yatakhane-kent”lere dönüştü.
Télérama:Bugün, Bakan Jean-Louis Borloo’nun da öngördüğü gibi bu binaları yıkmak mı gerekiyor?
| Quai Branly Müzesi |
Jean Nouvel: Bachelard, önemli olan mekânın içinde yaşanmış zamanın miktarıdır derdi. Sarsıcı bir yıkım iyi bir çözüm değildir; hele bu yıkım iyi donatılmamış bu şehirlerde aynı tavşan kafeslerini yeniden inşa etmek içinse. Çözüm, daha çok bu mahallelerin kökten değişiminde aranmalıdır. Kişisel birimin yenilenmesinde bir yol, birkaç daireyi alıp birleştirmek ve donatısını arttırarak kullanmak olabilir. Bu yıkıp yeniden yapmaktan daha pahalı olmayacağı gibi, insanlara karşı da daha saygılı bir davranış olur... Fakat buradaki asıl problem ortak sosyal düzeyde kendini gösteriyor: Mimarlık, sadece binanın dış formunu değil, bunu geri kalan kısmına bağlayan ilişkileri inşa etmeyi de kapsar. Bir kişinin “evi” sadece onu saran dört duvarla sınırlandırılmış bir alan değildir. Ev kavramı binanın etrafını çevreleyen dört sokak gibi bu dört sokağın açıldığı dört mahalleyi de içermelidir. Yıllardan beri en fakirleri, bu banliyölerde yavaş yavaş yüzüstü bırakırken, en küçük donatıyı bile yaratmaya veya en küçük bir bağı bile kurmaya aldırış edilmedi. Bu banliyölerde yaşayan gençlerin hayatlarının genellikle müzik ve spor etrafında yoğunlaştığını çok iyi biliyoruz. Peki, onlara bu sayede dışarıya açılmaları için imkân sağlandı mı? Hiçbir zaman! O halde, sorumluluğu yalnız mimarlara yüklemek biraz kolay kaçmak gibi gözüküyor. Eğer yapı kötü ise, her şeyden önce işveren kötüdür.
Télérama: Geçen sene Paris’te Halles bölgesinin yeniden yapılandırma çalışması, kısmen bir derneğin çalışması yüzünden elinizden alındı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Jean Nouvel: 68’den sonra, mahalle sakinlerinin de şehirleşme ile ilgili fikirlerinin hesaba katılmasının gerekli olduğunun savunucusu “katılımcılar” olarak adlandırılan mimarlar grubunun içindeydim. Fakat durum korkunç bir hale geldi! Özellikle günde on binlerce kişinin gelip geçtiği Halles bölgesinde, çevre sokakların bir avuç sakininin mahallenin geleceği hakkında ne tür bir hakkı olabilir ki? İnsanlara danışmaya varım fakat prosedürlerin sınırlarını iyi çizmek gerek! Tıpkı İsviçre’de olduğu gibi: Orada, bir şeyin inşası söz konusu olduğunda hemen kent sakinlerinin uygulanacak programı kabul edip etmediklerini öğrenmek için bir kamuoyu oylaması organize edilir. Her şey belirlenmiştir: donatı tipleri, biçilen fiyat, yerleşme ve çevresel etki. Bir kültür merkezinin inşaatıyla uğraştığım Lucerne’de, uzmanlar benim önerdiğim gibi merkezin göl üzerinde kurulup kurulamayacağını çevre sakinlerine sordular. Lucerne halkının %63,2’si “hayır“ cevabını verdi. Sonuç açıktı, demokratik yolla elden edilen bu fikre boyum eğdim. Halles’de ise Belediye, kimseyi ayırt etmeksizin turistlere, gelen geçenlere, serserilere, derneklere kısaca herkese, mimarların eğilimlerini gösteren maketler hakkındaki kararlarını sordu. Aslında biz mimarlara belirli bir program ya da uyulması gereken standartlar bile verilmemişti. Bu şartlarda bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair stratejik bir bakış açısına bile sahip olmayan dernekler, şüphesiz kısa vadede daha az sıkıntı yaratacak planları tercih ettiler. Fransa’da anlamsız bir demagoji içinde yüzüyoruz.
Télérama: Belediyenin yaptığı anketlere göre Parislileri kızdıran diğer bir konu ise gökdelenler. Burada, Barselona’da törenle açılan 142 metre yüksekliğindeki Agbar Kule’nizi inşa edemezdiniz.
| Torre Agbar
|
Jean Nouvel: Gökdelenlerin geçmişini biliyoruz: 2004 yılında, bütün yapıların 37 metre ile sınırlandırılması için Yeşiller, Sosyalistlere karşı oy kullandılar. İyi. Peki, ispat edilirse niçin 37 metreden fazla olmasın ki? Sorun durumun iyi analiz edilmiş olmamasından kaynaklanıyor. Gökdelenlerin tarafında ya da onlara karşı olmak budalacadır. Bugün Paris’te, 60’lı yıllarda Beaugrenelle’de veya İtalya’da olduğu gibi gökdelenler dikmek için bütün bir mahalleyi aptalca yıkmaya şüphesiz tekrar başlanmayacaktır! Fakat gerçekten de yüksek bir binanın şehrin bütünlüğüne katkıda bulunabileceği yerler vardır. Tarih boyunca hep boyuna yapılar inşa edilegelmiş: Çan Kulelerini, Ortaçağ’ın gözetleme kulelerini düşünün... Agbar Kulesi’ne dönelim. Başlangıçtan beri, uluslararası tarzda bir kule daha inşa etmek benim için söz konusu bile değildi. O halde, Barselona’lı olan ve başka hiçbir yerde olamayacak ne bulabilirim diye düşündüm. Katalan mimarların ve onların en ünlüsü olan Gaudi’nin yüzyıllardan beri, dikit formu üzerinde çalıştığını fark ettim. Neden dikit? Çünkü rüzgâr ve Tanrı bundan birkaç bin yıl önce, Barselona’dan 30km ötede taştan dikitlere benzeyen Montserrat’nın inanılmaz doğa güzelliklerini yaratmışlar. Fikir işe yaradı çünkü Barselonalılar bu fikri benimsediler ve daha önce hiçbir yabancıya verilmediği halde bana şehrin anahtarını bile vermek istiyorlar.
Télérama: Fakat bazı eleştirmenler Londra’daki Norman Foster Kulesi’nin aslı gibi kopyası olduğunu söylüyorlar...
Jean Nouvel: Yanlış! Çok sevdiğim Londra’daki Foster Kulesi gotik bir kuledir! İleri teknoloji bir kuledir! Siyah ve beyaz, kapalı ve tamamen camdan! Ve en uç noktada sona ermeden önce, benimki gibi bir paraboloid halinde değil, bir rugby topu gibi genişlemektedir. Benim kulem ise, renklere oynayan ve açılan pencereleriyle sıcak bir iklimde var olduğunu doğrulamaktadır. Hayır, bu iki kulenin de çağdaş olmaları, yüksek olmaları, yuvarlak hatlara sahip olmaları ve en uç noktada sıfırlanarak sona ermeleri dışında hiçbir ortak özellikleri bulunmamaktadır.
Télérama: İklimsel ve çevresel sorunlar gittikçe kaygılandırıcı bir hal alıyor. Mimarların bu konuyla ilgili yeni sorumlulukları var mı sizce?
Jean Nouvel: Büyük masraflar yüzünden esir alınmış durumdayız, elimiz kolumuz bağlı. Enerji ekonomisi yapılmasına izin veren ve çevreye çok saygı gösteren HQE (Yüksek Çevresel Kalite) Standardına uygun inşa edilen yapılar halen ancak 30 veya 40 yıl sonrasında karlılık sağlayabiliyor. Ve bugün işverenlerin çoğu geleceğe daha iyi hazırlanmak için bugünden yatırım yapmayı reddediyorlar.
Télérama: Anlaşma sürelerinden daha uzağı göremiyorlar mı?
Jean Nouvel: Ne yazık ki hayır, buna özel sektör de dâhil. Şüphesiz günümüzde anlayışlar hemen kendini geri ödeyebilen yalıtım ve ısıtma sistemleri sayesinde değişmeye başladı. Fakat mimar bazı özel malzemelere kullanmak isteyince fiyatlar uçmaya başlıyor, İyi niyet de onlarla beraber!
Télérama: Peki siz, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Jean Nouvel: Ben sürdürülebilir gelişimin eylemcisiyim! Fakat karar müşterindir...
Télérama: Niçin bu mesleği seçtiniz?
| Lyon Opera Binası |
Jean Nouvel: Mimar olmak istemiyordum. Ben iki eğitimcinin oğluyum ve ailem liseye kadar beni bütün sanatsal faaliyetlerden uzak tuttu. Sonra, 16 yaşındayken, bir resim öğretmeni beni heyecanlandırdı. Çılgına dönmüş gibi resim yapmaya ve boyamaya başladım. Baccalaureat Sınavı’nı (lise bitirme) da verdikten sonra kafamda tek bir düşünce vardı: Güzel Sanatlar Akademisinin Plastik Sanatlar Bölümü’ne kaydolmak. Ailemden çok net bir veto geldi: “Eğitim masraflarını karşılamayız! Okuldan çıkınca işsiz kalacaksın!”. Ben de yeni bir strateji geliştirdim: Daha sonra resme dönmek üzere Güzel Sanatların Mimarlık Bölümü’ne girdim (gerçek bir meslek !). Fakat sonra ev inşa etmenin hiç de kötü olmadığını gördüm.
Télérama: Örnek aldığınız ustalarınız var mıdır?
Jean Nouvel: Bütün ışık mimarlıkları en baştan beri beni etkiler. Ağaç dalları arasından süzülüp Sainte-Chapelle gibi kiliselere vuran güneş ışığı misali: hacimli yüce bir vitray. Fakat bir de Pierre Chareau’nun 1931’de inşa edilmiş, Saint-Guillaume Sokağı, Paris’te bulunan “Maison de Verre” camdan evi var. Bir de Arap mimarlığının ışığının müşrefiyeleri ve çarşıları örten bezleri delip geçişi. Kısacası, mekânı her an değişen bulutlar, rüzgâr ve güneşle titreten bütün mimariler...
Télérama: Bir Nouvel stili var mı?
Jean Nouvel: Ben her zaman iddia ettim ki, eğer her proje için kendi yeri, zamanı ve durumu için özel bir çözüm getirme hassasiyeti içerisinde davranabilsem böyle bir stil olmazdı... Fakat yine de estetik ve psikolojik bir iskelet olduğu doğrudur... Kırılganlık, titreşimler, ışık, şeffaflık ve doku üzerinde çok oynuyorum. Genellikle, eleştirmenler benim binamı hiç görmeseler bile tanırlar.
Télérama: Mimar olunca rahat uyunuyor mu?
Jean Nouvel: Her zaman değil... Fakat unutmayı başarmak lazım... Bu bir disiplindir. Aynı anda farklı ülkelerde beş ya da altı yapıyı yönetmek, bir iki yıla kadar tamamlanacak beş veya altı yapının projeleri ve yarışmalara hazırlanılan beş ya da altı tane daha; her gün ortaya çıkan sayısız miktarda soruna takılıp kalmamayı bilmek gerekiyor. Başlangıçta bunu anlamakta zorluk çektim fakat her deneyim bir sonrakini zenginleştiriyor; projeler birbirlerinden besleniyorlar. Problemlere gelince, iyi birer çözüm bulacaklardır.
Télérama: Her zaman siyah giyiniyorsunuz, şantiyelerde çok kirleniyordur...
Jean Nouvel: Doğru! Fakat siyah estetik bir duruştur. Bir kanaatkârlık ihtiyacı, ışıkla bir oyun, gece kuşlarının favori rengi. Bir de kilo problemi olanların...
|