Han Tümertekin, Garanti Platform’un eski
binası Siniossoglou Apartmanı’nı SALT Beyoğlu
için yeniden tasarlarken 4. kattaki terası çevresi camla örtülü
bir seraya dönüştürüyor. 4. kat, aslen SALT çalışanlarının şık, Mac bilgisayarlı
ofis katı. Herkesin ağzında bir ‘bahçe’ lafı dolaşıyor ama sera cansız. Yerler
taş, duvarlar renksiz, camla örtülü teras yaz sıcağında cayır cayır yanıyor,
görünürde de bahçe falan yok. Etraftaki yıkık dökük binaların arkasından
Tarlabaşı uzanıyor.
SALT’ın açılışına bir hafta kala Los Angeleslı mimar Fritz
Haeg, apar topar İstanbul’a geliyor. Görevi; bu cansız terası gerçek
bir bahçeye çevirmek. SALT’çıların da hoşuna gidiyor fikir. “Ofiste sıkılınca
kabak ekeriz, fena mı olur?” diyorlar. Haeg, kolları sıvıyor ve çöpleri
karıştırmaya başlıyor. Lafın gelişi değil, mimar gerçekten de bahçede kullandığı
neredeyse bütün malzemeleri renovasyon sırasında arta kalan inşaat
malzemelerinden bulup çıkartıyor. Bitki yataklarını binanın etrafını çeviren
kerestelerden yapıyor. İnşaat işçilerinin sokağa attığı eski bir dolabı da alıp
yukarı çıkartıyor. İşçiler, şaşkın. “Ne yapacak adam bunu?” diyorlar ama mimarın
deliliklerine alışıyorlar sonunda. SALT çalışanlarının öğle yemeklerini
yedikleri Fıccın’dan ayçiçek yağı tenekeleri geliyor, saksı oluveriyorlar bir
anda.
Herkes ‘imza’sını attı
Binadaki eski sergilerden arta kalan malzemeler de Haeg’in elinden
kurtulamıyor: Marcus Zimmermann’ın koridorundan tahta paneller, yerlerdeki
mıcırların üstüne atılıyor kolay yürünebilsin diye. Superpool mimari’nin yine
bir sergi için tasarladığı ‘oturma sistemi’ banka dönüşüyor. Toprak,
Karadeniz’de organik bir çiftlikten getiriliyor. Tohumlar, imece usülü
toplanıyor. Projeden sorumlu SALT Araştırma ve Programlar Yöneticisi
November Paynter’ın anne babasının Londra’dan
getirdiği ‘İngiliz patatesi’ de var, Osmanlı çileği de. Herkes, kendi seçtiği
bitkileri ekiyor bahçeye. Domates, kabak, biber, soğan, çilek, biberiye, hatta
portakal, narenciye ağaçları… Tek kural, bahçeye girecek her bitkinin
yenilebilir veya kullanılabilir olması. Adı üstünde, burası ‘yenilebilir bahçe’.
Ama yaratıcı fikirlere de yer var. Bulaşık teli veya banyo kesesi olarak
kullanılabilen lif kabağı bitkisi mesela. Veya çay yapmak için Yasemin. Paynter,
“Elimizden geldiğince tohumların, toprağın organik olmasına dikkat ettik.
Bitkileri tarım ilacı, kimyasal kullanmadan yetiştireceğiz” diyor.
Haeg, SALT çalışanlarının da iz bırakmasını istiyor bahçeye. Sarı boyalar
alınıyor, eli fırça tutan bir düzine SALT’çı bahçenin beyaz duvarlarının üzerine
bir şeyler boyuyor, ‘kendi imzasını’ bırakıyor. Mimar, bahçenin inşaatı
sırasında tuttuğu günlüğe not alıyor: “Yeni getirdiğimiz talaşların ve taze
toprağın kokusu etrafı sardı. Açık camlardan güzel bir rüzgar esiyor, duvarlarda
kolektif resmimiz kuruyor. Şu ana kadar bahçeyi görenlerden gelen en sevdiğim
tepkiler, ‘Aman tanrım, tam bir Los Angeles bahçesi’ ve ‘Aman tanrım, tam bir
Türk bahçesi!’ oldu.”
Toplantıda biber yeniliyor
SALT’çılar, bahçe bitince toplantılarını burada yapmaya başlıyorlar. Yavaş
yavaş, tohumlar filizlenmeye başlıyor. Soğanları kesip salataya koyuyorlar.
Çileklerden, biberlerden koparıp yiyorlar. Ama bahçenin olayı, 4. kattaki
Mac’lilere atıştırmalık çıkartmak değil. Haeg burayı tasarlarken, Han
Tümertekin’in binanın girişindeki forumu sokağın devamı gibi göstermek, yani
‘binayı sokağa davetkar kılmak’ için uğraşması gibi, bahçenin halka açık, herkes
tarafından kullanılan bir alan haline gelmesini hayal etmiş. Bu yüzden
SALT’çılar ilk başta asansörden yalnızca özel kartla çıkılabilen katlarını
‘halka açmışlar’. Bahçe, bütün gün ziyaretçilere açık.
Açıldığı günden beri de çeşitli atölyeler için de kullanılıyor. Örneğin 10
gün önce ‘kentlerde alternatif tasarımlar’ üzerine çalışan
‘imkanmekan’ adlı grup, ziyaretçilere şehirde kullanılmayan
arazilere, boş arsalara atılacak ‘gerilla tohum bombaları’ yapmayı öğretiyordu.
Çocuklarıyla gelmiş aileler, Superpool tasarımı bankın üzerinde oturmuş,
tohumları inceliyorlar: marul, akşamsefası, roka, karagöz çiçeği... Bir ufaklık,
yere eğilmiş, mıcırları avuçluyor. Bir diğeri, biberiyeleri kokluyor. Yerdeki,
eline keskin bir taş alıp masada Ray Ban gözlükleriyle tohum bombası yapan
annesine sesleniyor telaş içinde: “Anneee! Çok tehlikeli bir taş aldım!” Sanki
daha önce sokakta oynamamış, toprağa dokunmamış bir hali var çocukların.
Paynter, “Şehirde yaşayanlar toprakla bağlarını koparmışlar” diyor. SALT’ın
mini bahçesinin İstanbulluları toprakla barıştıramayacağı malum, ama İstiklal’in
barlarının, lokantalarının ortasında küçük bir müdahale, kurtarılmış bölge olmuş
bile. 4. kattaki SALT’çılardan Duygu Demir, “İstiklal’de zaman
geçirebileceğimiz, kamuya açık mekan yok. Burada oturmak içinse yiyip içip para
vermek zorunda değilsiniz, wireless’ımız da bedava. Geçen gün biri gelmiş
matematik ödevini yapıyordu mesela. İnsanların burayı sahiplenmesini istiyoruz,
sırf bizim mekanımız değil” diyor. Paynter da ekliyor: “Biri, salıları gelip
bahçeyi sulayabilir miyim diye sordu. Tabii dedik, artık her salı gelip
bahçemizi suluyor.”
Peki ya misafirler çileklere dadanırsa? “Koparırlarsa hayır
demeyeceğiz…” diyor ve gülüyor. “Burası, yenilebilinir bir bahçe.”
İstiklal’cilere duyrulur.
Fritz Haeg’in şehir bahçeleri
Los Angeles’ta yaşayan mimar, 2005’ten bu yana yerel halk ve
organizasyonlarla işbirliği içerisinde, ‘Yenilebilir Mülk’ olarak bilinen
alışılmadık kentsel alanlarda sebze, meyve ve bitki yetiştirilen bahçeler
yaratıyor. Şehrin kullanılmayan boş arsalarını, yerel halk ve organizasyonlarla
birlikte çalışarak verimli, gerçek bahçelere dönüştürüyor. Haeg’in şu ana kadar
dönüştürdüğü bahçeleri anlatan, ‘Edible Estates: Attack on the Front Lawn’
(Yenilebilir Mülkler: Arka Bahçeye Saldırı) adlı bir de kitabı
var.
|