Geçen haftalarda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde
izleyiciyle buluşan “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları”
sergisinin ardından “Batılılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları”
sergisi de Uluslararası Hrant Dink Vakfı ve İstanbul
2010 Ajansı işbirliğiyle İstanbul Modern’de açıldı.
Çoğumuz İstanbul’daki gayrimüslim mimarların belli başlı yapılarını
biliyoruz. Oysa İstanbul’un çokkültürlü çehresinde büyük ve renkli bir yapı
hazinesi var. “Bunları kimlerin yaptığını bilmiyorduk” diyor, bu hazinenin
ortaya çıkmasında katkısı olan isimlerden Hasan Kuruyazıcı. 15
yıldır adı kayda geçmemiş gayrimüslim mimarlar üzerine araştırmalar yapan
Kuruyazıcı, aynı zamanda bu iki serginin de küratörü.
- Bu uzun soluklu çalışmanızda ve her iki sergiyi oluştururken nasıl
bir yöntem izlediniz?
Bir yandan yazılı kaynaklar; telefon rehberleri, Osmanlı arşivlerindeki
belgeler, kitapları incelerken bir yandan da sistematik olarak nerede ne
olduğunu araştırdım. Bazı mimarların inşa ettikleri yapının üzerinde adları da
yer alıyordu. Harita üzerinden sokak sokak gezerek 100’e yakın isim ortaya
çıkardım.
- Rum ve Ermeni mimarların İstanbul’un mimari çehresinin değişme
sürecindeki rolünü nasıl tarif edersiniz?
Osmanlı Devleti’nde daha 18. yüzyılda, Avrupa örnek alınarak çeşitli
alanlarda değişikliklere gidilmeye başlanmıştı. Devletin kararlı bir biçimde
Batı normlarına yönelmesi 19. yüzyılda gerçekleşse de mimarlıkta da, sonradan
“Osmanlı barok”u diye anılacak yeni bir üslubun ilk örnekleri yine 18. yüzyılda
görüldü. 1839’daki Tanzimat ve 1856’daki Islahat fermanları bu hareketin en
önemli dönemeç noktalarını oluşturur. Batı’dan gelen değişim rüzgârı her alanı
olduğu gibi mimarlığı da etkilemeyi sürdürdü ve 19. yüzyıl Osmanlı mimarlığında
bir değişim dönemi oldu. Geleneksel saray mimarisinin bir örneği olan Topkapı
Sarayı daha 19. yüzyılın ilk yarısında terk edilmişti; bundan sonra ‘Avrupai’
tarzda yeni saraylar yapılmaya başladı. Avrupa devletleri elçiliklerini
Pera/Beyoğlu semtine taşıyarak kendi gönderdikleri mimarlara kendi ülkelerinde
geçerli olan mimari üsluplarda yeni sefarethane binaları inşa ettirdiler. Rum ve
Ermeni cemaatleri de sahip oldukları haklardan yararlanarak eskiden
yapamadıkları büyük boyutlu, kubbeli, çan kuleli kiliseler inşa etmeye
başladılar. Tanzimat’tan hemen sonra yapılan camilerde de tipoloji ve
dolayısıyla görünüş bakımından birçok yenilik ortaya çıktı.
- Rum ve Ermeni mimarlar ağırlıklı olarak İstanbul’un hangi
bölgelerinde iz bıraktılar?
Şişli’den Taksim’e kadar olan aksın üzerindeki apartmanlar, bir Rum yerleşimi
olan Kurtuluş, Galata, Eminönü, Sultanhamam...
- 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında belirli bir üslup ortaklığı ya
da çeşitliliğinden bahsetmek mümkün mü peki?
Batı’daki karşılıkları örnek alınarak yapılan bütün bu binalarda yine Batı’da
o dönemde geçerli olan mimari üsluplar revaçtaydı. Tarihsel bir bakış açısı ve
çoğu zaman seçmeci (eklektik) bir tutumla yeni-klasik, yeni-gotik,
yeni-Rönesans, yen-barok hatta yeni-Bizans üsluplarında yapılmış binalar şehrin
yukarıda sözü edilen semtlerini doldurmaya başladı. Osmanlı mimarisinin
yabancısı olduğu bu binalarla şehrin, en azından bir bölümünün fiziksel görünümü
ciddi anlamda değişti.
|