umhuriyet dönemi, Türkiye'nin kentlerinin, devrimin temel ideolojisi uyarınca, çağdaş bir yapıya kavuşmasının hedeflendiği dönemdir. Atatürk, bu dönemin başlangıcında, kentlerin ''sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örnekleri'' olması dileğini dile getirmiştir.
Bir ülkenin imar düzeni onun gelişmişliği ile bağlantılıdır. Geri kalmış ya da gelişmemiş toplumlarda kentlerin ve diğer yerleşim yerlerinin düzensiz oluşumu bundandır. Batı'da ortaçağın ardından özellikle kentlerde gözlemlenen imar hareketleri, sözünü ettiğimiz toplumsal gelişmenin göstergeleridir.
İmar sözcüğünün karşılığı, geniş anlamda (Arapça bir isim olan umran 'dan gelen) ''bayındırlaştırma'' ya da ''şenlendirme'' demektir. Ama bu sözcüğü kent arazisinin ve onun üzerindeki yapılaşmanın anlatılması için kullanıyorsak, bunu, birleşik ad olarak, imar düzeni şeklinde ifade etmeliyiz. Bu da bizi (bu düzeni yaratacak olan) planlama kavramına götürür. Bugün imar hukuku denilen hukuk dalının temeli ''imar planlaması'' na dayanmaktadır. İmar planlaması, kentlerin ve kent çevrelerinin toplumun yararları için belli koşullar ve kalıplara göre biçimlendirilmesini sağlayacak düzenleme çalışmasıdır.
Bizde, kamusal otoritenin bu tür çalışmalara girişmesinin tarihi çok eski değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 19. yüzyıla kadar, bu alan 'bireysel irade' ye bırakılmış bir tür serbestlik rejimine tabi idi. Bunun esası şu idi: Her isteyen, kendisine ait olan veya ait olduğunu düşündüğü yere, istediği yapıyı kurabilirdi. Ayrıca, taşınmazlar için öngörülmüş 'sınırlama' kuralı olmadığı için yola taşma gibi taşkınlıkları (fina) önleyecek bir düzen de yoktu. İmar düzeni ile ilgili olabilecek hukuki engeller, daha çok, örflerle belirlenmiş komşuluk hukuku kurallarından ibaretti. Bunun da ne kadar etkili bir sınırlama getirdiğini anlamak için Ziya Paşa 'nın ünlü dizelerini anımsayalım:
''Diyarı garbı gezdim, beldeler kâşâneler gördüm,
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm.''
İstanbul'un ara caddelerinde bile rastgele gerçekleşmiş bu tür yapılaşmanın inanılmaz örnekleri vardır: Devletin yönetildiği Topkapı Sarayı bahçesinin duvarlarına bitişik evler inşa edilmiştir. (Bugünkü Soğukçeşme evleri). Eminönü'nde Yeni Cami 'nin etrafında, caminin duvarına yapışık olarak inşa edilmiş bir dizi dükkân, ancak 1940'larda temizlenebilmiştir (Rahmetli hocamız Prof. Sıddık Sami Onar, derste, bu dükkânlardan bir kısmının tapularının Fener Patrikhanesi'nde çıktığını anlatmıştı.) Ziya Paşa'nın sözünü ettiği ''diyar-ı garb'' ın kâşânelerinin ''diyar-ı şark'' ı etkilemesi olgusunu, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra gözlemlemeye başlıyoruz: Tanzimat döneminin yenileşme hareketleri içinde imarla ilgili olarak 1839'dan itibaren art arda düzenleyici tasarruflar yapılıyor. Ünlü Ebniye Nizamnamesi (1848), Ebniye Kanunu (1882) gibi mevzuatla, Batı örneklerinden esinlenerek, yolların genişliğinden, kentsel dokuyu etkileyen yoğunluklara ya da bina yüksekliklerine kadar birçok konuda kurallar getirilmiştir. Ayrıca Arazi Kanunnamesi (1858) adını taşıyan yasa ve buna dayanılarak çıkarılmış çeşitli mevzuatla, mülkiyetle ilgili düzenlemeler yapılmış; bu meyanda kadastro konusuna ilişkin temel kurallar da konmuştur.
İmar mevzuatları
Cumhuriyet dönemi, Türkiye'nin kentlerinin, devrimin temel ideolojisi uyarınca, çağdaş bir yapıya kavuşmasının hedeflendiği dönemdir. Atatürk, bu dönemin başlangıcında, kentlerin ''sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün örnekleri'' olması dileğini dile getirmiştir. Bu direktif uyarınca -özellikle yeni başkent Ankara'nın imarının gerçekleşmesi için yapılan yasal düzenlemeyi izleyen dönemde- çeşitli imar mevzuatı meydana getirilmiştir. Ebniye Kanunu'nun kimi hükümlerini değiştiren 642 sayılı yasa (1925) bunların ilkidir. Belediye Kanunu (1930), Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (1930), Yapı Yollar Kanunu (1933) ile 1930-1945 yılları arasında bu konuda çıkarılan diğer mevzuat (yasa, tüzük, yönetmelik) imar düzenlemesinin ayrıntılı hukuki araçlarını oluşturmuştur. Tabiatıyla 1945'ten sonra da imar düzeni konusu hiç gündemden düşmemiş, çeşitli yasal düzenlemelerle -örneğin 6785 sayılı İmar Kanunu (1956), 3194 sayılı İmar Kanunu (1985), 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu ve bunlara bağlı diğer alt düzenlemeler- yüklü bir imar hukuku külliyatı meydana gelmiştir.
Gecekonduculuk olgusu
Bu oluşum sürecinin izlenmesi bizi, Tanzimat'tan bu yana harcanan emeklerin ve çabanın sonucu olarak ülkemizde gelişmiş ve olgunlaşmış bir imar düzeninin kurulmuş olacağı düşüncesine götürür. Türkiye'de, yavaş yavaş da olsa, özellikle Cumhuriyet döneminin devrimci kazanımları ile kentlerimizin imar yönünden çağdaş bir görünüme kavuşması beklentisi ve hayali oluşmuştur. Ama ne yazık ki 1950'lerden itibaren bu beklentiyi ve hayali kısa zamanda yıkan, yok eden bir sosyal olgu ortaya çıkmıştır: Kısa adıyla, kırsaldan kente göç ve bunun sonucu olan gecekonduculuk olgusu! Hiçbir kural tanımadan, kamunun veya özel kişilerin arazileri üzerinde, başlangıçta derme çatma kulübeler şeklindeki yapılaşmadan doğan bu olgu, kısa zamanda, mevcut kentsel dokuyu kısa sürede onarılmaz şekilde imha eden bir süreç olmuştur. Gecekonduculukta imara ilişkin hiçbir yasal kural yoktur. Ne arazinin tasarrufu ne de yapının niteliği açısından, gecekonducu kendisini hiçbir kurala bağlı saymaz... O kadar ki eski düzendeki komşuluk hukukundan ya da örften doğan sınırlamalar bile gecekonducuyu bağlamaz. Bunun sonucu olarak, kentlerin varoşlarında oluşan hukuksuzluk, kısa sürede, kentlerin içine de sirayet eder ve kentlerin imar düzeni altüst olur.
Devletin bu kaos karşısındaki tutumu gayet ilginçtir: Devlet gecekondu furyasının başlangıcında sadece ''seyirci'' dir; sonrasında ise esas itibarıyla ''affedici'' dir. Çıkarılan yasalarla (bunlar Gecekondu Yasası ile Af Yasaları 'dır), güya gecekonduculuk sürecini önlemeye kararlı gözükürken, öte yandan ''olan olmuş'' mantığı ile bu yoldan meydana gelen yapılaşmayı meşrulaştırmıştır. Büyük kentlerin, bu arada özellikle nüfusu 12 milyona varan İstanbul'un çevresindeki geniş alanların işgali ile oluşan fiili gecekondu mıntıkaları, bugün, kimileri ilçe olarak kabul gören idari birimler haline gelmiştir.
Ruhsatsız yapılaşma
Bu yazı da daha önce pek çok kimse tarafından birçok kez yazıldığı veya anlatıldığı gibi, zorunlu olarak; bir yakınma yazısından ibaret olacaktır.
Sadece İstanbul'da, yapılaşmanın yüzde altmış oranında ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak gerçekleştiği olgusu karşısında, bu konudaki çözümün yazmada-çizmede olmadığı zaten kendiliğinden anlaşılır. İmar düzensizliği ve buna eklenen imar yolsuzlukları karşısında, ne af yasaları ve ne de gecekonduları meşrulaştırma düzenlemeleri bir çare sayılır. Sorunun çözümü için başta gelen araç kent bilincine sahip insan topluluğunun, bu tür hukuksuzluklar karşısındaki tepkisi olmalıdır. Bunun ardından da siyasal otorite yasal tepkisini yaptırım şeklinde ortaya koyabilecek güçte olmalıdır.
Ne yazı ki ufukta her iki temenniye yanıt verecek bir ses ya da belirti yoktur. Tam tersine, imar düzenine aykırı olarak inşa edilmiş tesisleri onca uyarıya karşın törenle açan sözde devlet adamı vardır. Bunun gibi kamunun arazisini tahsis yoluyla kullanma hakkını ele geçirmiş para babasının ilk iş olarak oraya dikeceği binalara yer açmak için yüzlerce ulu ağacı kökünden kesmesi ve sonra da bu hukuk tanımazlık için ''İdare bize anlayış göstermiyor'' diye sızlanması vardır.
Acaba, bu işin sonucunda koskoca Osmanlı Padişahı'nın dediği gibi,
''İşimiz kaldı heman Merhameti Lemyezele'' mi dememiz gerekecek!
|