İtalya’nın genç kuşak yönetmenlerinden Paolo
Virzi’nin “Önümde Bütün Bir Hayat” adıyla Türkçeye
çevrilen “Tutta la vita davanti” filminin DVD’sini ele
geçirirseniz, mutlaka görün… Türkiye’de yanlız festival seyircisiyle buluşan
film; son yıllarda beyazperdeye hiç aktarılmayan ciddi bir “tabuya” el atıyor:
Açık-gizli işsizlik; sözleşmeli işgücü ve postmodern emek sömürüsü!
Görünürde “hafif bir taşlama” havasında, “ironi tonuyla” aktarılan öykü;
gerçekte alabildiğine “ağır bir kâbus” ve modern insanı kuşatan “cehennemi”
anlatıyor. Öncelikle, yönetmenin böylesine “ciddi” ve “ağır” konuyu ele alan bir
filmi “dram” yerine “komedi” üslubunda irdelemesi seyirciyi sarsıyor…
“Bundan taa 60 yıl önce; ‘48 yılında ‘Bisiklet Hırsızları’ gibi bir filmi,
‘gülle’ gibi yerine oturtan yeni gerçekçilik/neorealizmin anavatanında; böylesi
konular demek artık sadece ‘komedi’ kontenjanından ele alınabiliyor. Ancak bu
kadarına izin var!” oluyorsunuz filmi izlerken… Bu başlıbaşına şoke edici bir
“mesaj”!
“Şokun” gerisini de hikâyenin ayrıntıları getiriyor…
Öykünün başkarakteri üniversitede “felsefe” öğrenimi gören, akademik kariyer
yapmak isteyen genç bir kız. Ancak kimse tarafından “kayrılmadığı” için iş
bulamıyor. Hepten “işsiz kalmamak” adına, elektrikli ev eşyaları satan bir çağrı
merkezinde çalışmaya mahkûm oluyor. Görevi, kendisiyle birlikte “hiçbir
güvencesi olmadan, sözleşmeli çalışan” tüm iş arkadaşları gibi; sabahtan akşama
durmaksızın, “rehberden bulduğu” isimlere telefon etmek; rastgele saptadığı bu
insanlara -her türlü ikna dilini kullanarak- hiç ihtiyaçları olmayan eşyaları
satmak…
Virzi’nin “çağrı merkezinde” -tahmin edilebileceği gibi- “en çok elektrikli
eşya satan eleman” mükâfatlandırılıyor. “Satamayan”; “atılıyor”!
“Mükâfatlandırılıyor” derken… aklınıza ikramiye, “iş yaşamını güvenceye alan”
kontratlar filan gelmesin… İnsanı robotlaştıran, “mekanik çağrı merkezi
konuşmaları” ve limon gibi sıkıp, posasını çıkartan çalışma saatlerine
“dayanabilenler”; “işini koruyabiliyor”!
Orwell/Büyük Birader/Biri Bizi Gözetliyor dünyasındaki en “büyük mükâfat”
işte bu; “işini koruyabilmek”/ hangi şartlar dayatılırsa dayatılsın “işyerinde
kalabilmek”…
“Hukuk devleti” bellediğimiz, ileri bir Avrupa ülkesinde dahi... geçtiğimiz
yüzyılda kazanılmış olduğunu düşündüğümüz “hak”, “hukuk” normlarının; “emek” söz
konusu olduğunda artık geçer akçe olmadığını görüyoruz filmde. Geçerli olan tek
parola; “dokunulmazlık” zırhı altına alınan “küresel rekabet” oluyor!
Her taşın altından çıkan “küresel rekabet” sözleri aslında; “güvenceden
yoksun” çalışan gençler kadar; vardiyalarında tuvalete dahi gidemeyen bu yüksek
eğitimli gençleri, her türlü psikolojik baskıyla kontrol altında tutan zalim
“şef” ve “patronu” dahi esirgemiyor...
Piramidin en altından, tepesine dek; herkesi teslim alan ve “terör” estiren
parolaya dönüşüyor “rekabet”.
Ve telefondan ölmek!
Virzi’nin filmini son günlerdeki “France Telecom intiharlarıyla” anımsadım.
Fransız telekomünikasyon şirketi “France Telecom” da, son bir buçuk yılda
yaşanan zincirleme intiharları siz de duymuş olmalısınız. Son 18 ayda 24 şirket
çalışanı intihar etti Telecom’ da. İntiharların üçte biri, bu yaz yaşandı…
Zincirin son halkasındaki bir genç kadın, işyerinde kendini camdan attı. Bir
diğeri; toplantıda, “dayanışmadan yoksun olmakla” suçladığı çalışma arkadaşları
önünde kendini bıçakladı. Avrupa kamuoyu giderek şimdi şirket adına bir “lanete”
dönüşen bu intiharların gizemini çözmeye, ardındaki gerçekleri anlamaya
çalışıyor. Aslında çok da gizemli bir durum yok ortada…
Genel geçer bir “hukuksuzluk” ve Endüstri Devrimi yıllarını çağrıştıran bir
“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sistemi yaşanıyor. Sendikalar;
’90’lardan bu yana giderek kuralsızlaşan, insanları hiçleştiren bu “işten
çıkarmalar, baş döndürücü çalışma tempoları; parçalanan profesyonel kimlik” gibi
sorunlara nicedir işaret ediyor etmesine; ama kimse oralı olmuyor. “France
Telecom” gibi artık böyle gizlenemez, saklanamaz, üstü örtülemez bir durum
ortaya çıkmadıkça; “üç maymunu” oynuyor herkes: “Görmedim, duymadım, ağzımı
açmadım” yapıyor…
Virzi’nin filmi, göz önünde olduğu denli bir o kadar “görmedim, duymadım”
yapılan bu tüyler ürpertici “Büyük Birader” dünyasını anlattığı ve ifşa ettiği
için alabildiğine sarsıcı ve etkileyiciydi…
“Göz önünde” olduğu halde “üç maymunun” oynadığı daha ne gerçekler var… Ölüm
makinesine dönüşen “Tuzla Tersanesi’ndeki ölümler”… Avrupa sınırlarında temarküz
kamplarını andıran göçmen kamplarında toplanan, denizlerde ölüme terk edilen
kaçaklar... “Küreselleşmenin sıradanlaştırdığı” büyük insanlık dramları
bunlar…
İstanbul’daki IMF toplantısındaki konuşmalara bakılacak olursa, dünya bu
büyük insanlık dramlarını uzun kış uykusundan uyanırcasına yeni keşfediyor. IMF
Başkanı Strauss-Kahn en son “İşsizlik artacak!” kehanetinde bulunmuş ve
“Toplumsal huzursuzluklar, savaş bile görülebilir” demiş… Haberi manşetten
gören(!) gazeteler de, bu “uğursuz kehanet”(!) için: “IMF toplantıları iç
daraltan tahminlerle sürüyor” başlığını uygun görüyor…
“İç daraltan tahmin?”
“Tahmini” filan kaldı mı? Çoktandır olabildiğince “iç daraltan zamanlarda”
yaşıyoruz da; medyalar bunu yeni keşfediyor… Buradan devam ederiz.
|