Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Heykellerin Sahibi Kim?

Demek ki yerel seçim sonuçları ile heykelleri meydanlardan kaldırma arasında mevsimsel bir ilişki varmış. Melih Gökçek, 15 yıl kadar önce, büyükşehir belediye başkanı olarak seçilir seçilmez ilk iş olarak Mehmet Aksoy’un heykelini kaldırmıştı. Bu kez de bir başka belediye başkanı, işe bir heykeli vinçle sökerek başladı.

Radikal İKİ
Heykellerin Sahibi Kim?

Demek ki yerel seçim sonuçları ile heykelleri meydanlardan kaldırma arasında mevsimsel bir ilişki varmış. Melih Gökçek, 15 yıl kadar önce, büyükşehir belediye başkanı olarak seçilir seçilmez ilk iş olarak Mehmet Aksoy’un heykelini kaldırmıştı. Bu kez de bir başka belediye başkanı, işe bir heykeli vinçle sökerek başladı. Bunun üzerine, bir başka belediye başkanı ise, sökülen heykeli almaya talip olduklarını ilan etti. Geçen gece olayın ilk elden taraflarını (heykel sanatçısı, heykeli kaldıran ve heykele talip başkanları) bir TV programında izleyip dinlerken (başkanlar programa telefonla katılıyordu) kamusal alan ve kamusal sanat konusunda, bu ülkenin alacağı daha çok yol olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Heykeli söktüren belediye başkanı, sözü edilen heykelin Atatürk Bulvarı üstünde yer alan bir kavşakta olduğundan söze başladı ve orada durdu zaten. Anladık, söylenmek istenen, böyle “edep dışı” bir heykelin adı Atatürk olan bir bulvarda asla yer alamayacağıydı.

İnsan düşünmeden edemiyor, diyelim ki caddenin adı Sevda Bulvarı olsaydı, yine bu heykel orada kalabilecek miydi? Konuyu internetten biraz daha araştırınca, heykelin dikildiği (2007) günden itibaren tartışıldığını, bulunduğu kavşağa heykel karşıtları tarafından “porno kavşağı” denildiğini, düşünebiliyor musunuz, Rus turistlerin (dikkat, normal turistlerden söz etmiyoruz) sürekli olarak bu “mekruh” heykelin önünde hatıra fotoğrafları çektirdiklerini de öğrenmiş oldum. “Ben böyle sanatın içine...”den başlayıp “porno kavşağında” son bulan, traji-komik bir Türkiye kamusal sanat anlatısı işte böyle şekilleniyor.

Kamusal alanın ne olduğuna dair o kadar tuhaf algılarımız var ki, bu kavrama gerçekten temellük edebildiğimizi hiç sanmıyorum. Geçenlerde, Yemekteyiz programını dikkatle izleyen akademisyen bir arkadaşım, çok önemli bir gözlemini aktarıyordu. Programa katılan bir yarışmacı, sokakta başörtüsüyle dolaşıyor, konuk olarak geldiği evde ise hemen pardösü ve başörtüsünü çıkarıyor ve pek tanımadığı bu insanlarla beraberken başı açık yemek yiyebiliyor, evden ayrılırken başını tekrar örtüp sokağa öyle çıkıyormuş. Aslında net olarak bir kamusal alan, özel alan ayrımı yapılıyor ama, TV’nin de bir kamusal alan olduğu, çekimlerin daha sonra herkes tarafından izlenebileceği hiç düşünülmüyor. Kamusal alanda bulunulduğunun unutulduğu anlar, insanı şaşırtan bir “samimiyet refleksi” hemen her canlı yayında ortaya çıkıyor, mahrem kalması gereken özel yaşama ilişkin pek çok ayrıntı ekranlarda sürekli olarak ifşa ediliyor. Tekrar heykel vakasına dönersek: Bu kez, seçimle gelen bir yerel kamu yöneticisinin kamusal sanata ilişkin tuhaf bir “samimiyet refleksi” ile karşı karşıya kaldık. Bu yöneticinin sanatın ne olduğuna ilişkin kişisel beğenisi ya da yargısı, seçildikten sonra, kamusal alanda yapılan sanata ilişkin genel estetik bir yargıya dönüşüyor. Yöneticilerimizin bazılarında akla ziyan bir sahibiyet arzusu olabiliyor, “benim vatandaşım” derken iş sonunda benim “kamusal alanım”a kadar gidebiliyor.

Kamusal alan halkındır

Kamusal alanın ne olduğuna ilişkin teorik tartışmalar bir yana, en azından, sahibinin ya da kullanıcısının kim olduğu çok daha önemlidir. Biraz basitleştirerek söylenirse, “kamusal alan”, devlet tarafından da tarif edilse, sonuç olarak kamunun, yani onu kullananların (“halkın”) malıdır. Bu tanımdan çıkarak, kamusal sanat yapıtlarının, sergilenmeye başladıkları andan itibaren onunla iletişime geçenlerin, onu kullananların malı haline geldiği söylenebilir. Böylece, seçilmiş belediye başkanları da dahil, herhangi bir kamu yöneticisinin, kamusal yararın zedelenmesi tehlikesi dışında, kamusal yapıtlara kolayca dokunamaması gerekir. Hele bir de iş, “sanat” gibi uzmanlarının bile ne olduğunu tarif etmede kolayca görüş ayrılığına düşebildikleri bir konuda şekilleniyorsa, bırakın bu yapıtların ne olacağına uzmanlardan oluşan heyetler karar versin.

“Kamusal sanat” (public art), modern devlet idaresinin kamusal alanı yurttaşı için niteliksel olarak zenginleştirme projelerinden biridir. Bir yerleşim alanını bir şehre dönüştürebilmek, o bölgenin sakinlerine yerel bir kimlik vermek istiyorsanız elinizdeki en güçlü araçlardan biridir sanat. Çünkü iyi bir sanat yapıtı, izleyicisiyle karşılaştığı andan itibaren, onun bakışını “provoke eder”, yapıtla bir iletişime girmeye zorlar, aklını “karıştırabilir”, duygularını “kışkırtabilir” ya da sanatsal bir catharsis sağlayarak, bir “ferahlık hissi” sağlayabilir. Sanatın yaratıcı tecrübesi, izleyicisinin hayat tecrübesiyle karşılaşır ve yeterince güçlüyse onu kendine dönüştürür. Tahmin edebileceğiniz üzere, burada sözünü ettiğimiz yapıtlar ile o şehri temsil ettiği söylenen nesnelerin bir ilişkisi yoktur. Öğrencilik yıllarımın Ankara’sında, şehrin ana caddelerinin yol kenarlarını “keçi” heykelcikleri kaplardı. Ya da Kemer’deki tartışmada gündeme gelen, bir şehri gerçekte neyin temsil ettiği tartışmasının, gerçek sanat yapıtları önünde engel olabileceği kanısındayım. Diyelim ki şehrimiz narıyla ünlü, bunun anlamı şehrin her yanını nar temasını öne çıkaran yapıtların kaplaması mı olacak? Sanata misyonerlik yaptırmanın, sanata didaktik işlev yüklemenin zamanı çoktan geçti, “kamusal sanat” bile hedef daraltmaya, gitgide daha da “mahallileşmeye”, yerelleşmeye çalışıyor. Bazı sanat kuramcıları, artık “kamusal sanat” yerine, “topluluk sanatı” (community art) ya da Türkçe’de daha anlaşılır olur ümidiyle, “sosyolojik cemaat sanatı” diye çevirebileceğimiz bir kavramı kullanmaya başladılar. Diyaloğa açık, sanatsal yapıt ile onun yerleştirileceği mahallin sakinlerinin doğrudan iletişimi ve uzlaşması ile oluşan bir kamu yönetiminden söz ediyoruz.

Bu işler bize çok uzak demek yerine, tam da bu son noktadan çıkarak, seçilmiş yöneticilere “şehrin sakinlerinin aslında oranın sahipleri de olduklarını” hatırlatarak, sanatsal yapıtları yerleştirmelerini beklemeli ve talep etmeliyiz. Hiç de umutsuz değilim, yukarıda adı geçen belediye başkanlarının yanı sıra bilimsel düşünceye ve katılımcı demokrasiye inanan, sanata sanat gibi bakmasını bilen belediye başkanları olduğunu da biliyorum. Şehirleri koyun, keçi heykelciklerinden ya da meydanlarda yükselen dev çaydanlıklar ya da semazenlerden kurtaralım.

OrhanTekelioğlu / Bahçeşehir Üni.

http://www.yapi.com.tr/haberler/heykellerin-sahibi-kim_68180.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!