Göbekli Tepe’de üç dört metre yüksekliğindeki taşların üzerlerine çok
sayıda hayvan şekli işlenmiş, yılanlar, tilkiler, aslanlar, böcekler...
Güneş bulutların arasından yüzünü göstermiş, ısıtsam mı ısıtmasam mı diye
tereddüt içindeydi. Biz seninle sundurmada kahvaltı ediyorduk. Masada duran
kitaba bakıyor, o kitabın anlattığı ören yerinin Türkiye’de neden hâlâ doğru
dürüst tanınmadığını düşünüyordum. Sevdiğimiz kadın türkücünün harika sesi küçük
radyomuzdan bir çağlayan gibi akıyor, Ruhsati’nin sözleriyle
gönlüne sitem ediyordu: “Mevlâm kanat vermiş uçamıyorsun, bu nefsin elinden
kaçamıyorsun...”
O sırada şöminenin içine bacadan çerçöp döküldüğünü fark ettik. Sen “Bu da
ne? Çıkıp bacaya bir baksan?” dedin. Sözünü ikiletmedim, doğru çatıya çıktım.
Baktım, şöminenin bacasına uzun gagalı bir misafir yuva yapmıştı, oturduğu için
uzun bacaklarını göremiyordum. Misafir, geldiğimi fark eder etmez kaçacağına,
beni hiç görmemiş gibi durmayı tercih etti. Yanına gidip “Merhaba” dedim, başını
lütfen çevirdi, tokalaşmak için yavaşça kanadını uzattı, bana “Merhaba, bu evde
yaşıyor olmalısınız. Umarım bacanıza yuva yapmamın bir sakıncası yoktur?” dedi.
Cevap beklemeden devam etti: “İnsanlardan uzak olmayı tercih ederiz ama, ben
artık eskisi kadar genç değilim, kendime uzun uzun yer arayamadım.” Fırsat bulur
bulmaz atladım: “Ya, öyle mi? Bir dönem bir kırlangıç ailesi her yıl
balkonumuzun altına yuva yapardı, birkaç mevsimdir yoklar. Ama bacamızda bir
leylek! Bu ilk kez oluyor!” Tedirgin olmuş gibi değildi, konuşmayı sürdürdü:
“Leylek ha? İşte bir başka yakıştırmanız daha. Gagamızdan ‘lag lag’ diye sesler
çıktığını duyup bize Arapçada da, Farsçada da böyle ad verilmesini anlıyorum,
ama siz boş konuşmaya da ‘laklak etmek’ diyorsunuz, o niye? Sanki sizden daha
gevezeymişiz gibi! Sonra nedir o bebek taşıma hikâyeleri filan?” Mağrur bir
edayla devam etti: “Adım ‘Alaca’, tüylerim siyahlı beyazlı olduğundan bana öyle
derler. Bacanıza yerleşmeme gelince... Size kira veremem ama, bir şekilde
borcumu öderim.” Birden aklıma bir fikir geldi: “Belki beni bir yerlere
götürürsünüz?” Dileğimi ciddiye almış olacak ki, beni alıcı gözle süzmeye
başladı, galiba ağırlığımı tahmin etmeye çalışıyordu, “Ağır gelirsem birkaç
arkadaş beni çekebilirsiniz” dedim. Alaca güldü,
“Saint-Exupéry’nin dokuzuncu bölümde çizdiği resmi hatırladınız
değil mi? Güya göçeden bir yaban kuşları sürüsü Küçük Prens’i iplerle çekerek
taşımış! Emin olun, o çizim tamamen hayal ürünü. Fakat Nils, yani Selma
Lagerlöf’ün küçük Nils’i uçan kazın sırtında nasıl gezmişti bilirsiniz, öylesi
çok daha gerçekçi.” Heyecanlanmıştım: “Yani beni sırtınıza alıp
taşıyabilirsiniz?” Cevap hemen geldi: “Atla bakalım, bir deneyelim.” Artık senli
benli konuşuyorduk.
Bilinen en eski tapınak
Az sonra Alaca’nın sırtındaydım, bulutların üzerinde süzülüyorduk. “Pek kanat
çırpmıyorsun?” dedim, “Her yıl o kadar uzun yollar katederiz ki, enerji
tasarrufu gerekir, bunun için olabildiğince, kanatlarımızın yerine, yukarı
tabakalardaki hava akımlarını kullanırız.” Onu yormayayım diye fazla konuşmadım,
epey bir süre sessiz kaldık. Bulutların bir üstüne çıkıyorduk, bir altına
iniyorduk, ama asıl keyifli olan pamuk yataklar gibi duran bulut kümelerinin
içinden geçmekti. Sonunda dayanamadım, nereye gittiğimizi sordum,
“Göbekli Tepe’ye” dedi, “Biliyor musun orayı?” Kalbim çarpmaya
başladı, “Evet, elbette... Şanlıurfa’ya 15 kilometre
uzaklıktaki ören yeri, değil mi? Arkeoloji tarihinin en önemli buluşlarından
biri, Alman arkeolog Klaus Schmidt kazıyor, 12-13 bin yıl
öncesinden kalma bir yer”. Devamını Alaca getirdi, “Doğru, bilinen en eski
tapınak, avcı insanın yerleşik tarım toplumuna geçiş döneminden. İngiltere’deki
Stonehedge’den altı-yedi bin yıl daha eski. Göbekli Tepe’de üç
dört metre yüksekliğinde, T harfi biçiminde onlarca dikilitaş bulundu, taşların
üzerlerine çok sayıda hayvan şekli işlenmiş, yılanlar, tilkiler, aslanlar,
böcekler, kuşlar, karışık hayvanlar... Hatta leylek kabartmaları da var.” Bir
yandan Alaca’nın bütün bunları nereden öğrenmiş olabileceğini düşünürken, bir
yandan da yeryüzünü gözlüyordum. Sonunda uzaktan Göbekli Tepe
göründü, tepeyi kitapta gördüğüm fotoğraflardan tanıdım.
Alaca ustaca bir manevrayla yere yaklaştı, beni indirdi. Bu saatte kimseler
yoktu etrafta, çevreyi gezmeye başladım. Baktım Alaca beni bir yere çağırıyor,
“Gel, şu 38 numaralı dikilitaşa bak lütfen, tilkiyle domuzun altındaki üç kuştan
ortadaki leylek kabartması değil mi? Gagası uzun, bacakları uzun”. Baktım,
“Gerçekten leyleğe benziyor!” dedim. Alaca açıkladı: “Schmidt bunun turna mı,
leylek mi olduğu konusunda mütereddit. Lütfen söyle ona, bu bölge bizim o
zamanlar göç sırasında mola verdiğimiz yer, bu kabartma da leylektir mutlaka.”
Alaca’nın niye beni oraya getirdiğini anlamıştım, “Burada kalıntıların sadece
yüzde 5’i çıkarılmış, yeni buluntularda başka leylek kabartmaları da olabilir”
dedim, “Schmidt’le şahsen tanışmıyorum ama, ona ulaşabilecek bir yazı
yazabilirim belki”. Alaca bana oraları gezmem için zaman tanıdı, resimlerini
gördüğüm dikilitaşları, üzerlerindeki kabartmaları gözlerimle görmek çok hoşuma
gitti. Schmidt’in sorularını düşündüm: Burası eski bir tören yeri miydi?
Turnalar, aslında turna kılığında insanlar mıydı? Civarda büyük bir mezarlık
ortaya çıkacak mıydı? Acaba on yıl sonra burası... Baktım Alaca sabırsızlanıyor,
atladım sırtına. Dönüşümüz çok daha kolay oldu, kendimi rahat hissediyordum, ara
sıra uyukladım bile. Bir baktım, bizim bacadayız. Alaca’ya “Kira ödenmiştir”
dedim gülerek, “Burada istediğin kadar kal!” Tokalaşıp ayrıldık.
Hemen sundurmaya indim. Sen hâlâ kahvaltı masasındaydın, radyodaki türkü
devam ediyordu: “Ruhsati, dünyadan geçemiyorsun, topraklar başına, vay deli
gönül...” Bana sordun: “Sence Ruhsati neden ‘Mevlâm kanat vermiş’ diyor,
insanların kanatları yok ki?” “Kimbilir?” diye cevap verdim: “Şairler dünyayı
bizden farklı algılar, anlaşılan Ruhsati de insanların uçabildiğini düşünüyor!”
Sonra masadan kalktım, yanağına bir öpücük kondurup senden izin istedim: “Şimdi
bilgisayarın başına oturmalıyım, bir yazı yazacağım, birine söz verdim
de...”
http://canerfidaner.wordpress.com
|