nkara’nın taşına, İstanbul’un ‘derdine’ bak: Bu mekânlar, bu binalar
kimin? [*]
Ankara sokakları büyük bir eylemliliğe, hak aramaya dair bir
silkinişe tanık olurken ve Türkiye işçi sınıfının tarihine TEKEL direnişi
kazınır ve hatta oya gibi işlenirken aklımıza bu coğrafyanın sanayi tarihini
anlatan yapılar düşüyor: Emekçilerin emeğin, üretimin tarihini yazdıkları
mekânlar... Aklımız buraya takılmışken öte yanda 2010 yılının Avrupa
Kültür Başkenti sıfatı ile payelenmiş İstanbul’da yıl boyunca yapılması
planlanan “182 kültürel etkinliğe” gözümüz takılıyor.
Etkinliklerin başlıklarında bellek, çok kültürlülük, kutsallık, tarihsellik
vurguları alıp başını gidiyor. Haziran ayındaki bir etkinlik ise aklımıza ve
gözümüze takılanları bir başka şekilde okumaya davet ediyor. Kentin önemli
endüstri yapılarından biri olan Hasanpaşa Gazhanesi’nin bir
kültür merkezi olacağı ve açılışının ise haziranda olacağı muştulanıyor!
Hal böyleyken emeğin, emekçinin mekânları ve bunların dönüşümü üzerine düşünmek
şart oluyor.
‘KAVGAMIZIN ŞEHRİ’
Emeğin
mekânlarını ve buralarda sürüp gitmekte olan dönüşümü kavrayabilmek için
İstanbul kentinin sanayi tarihinin kökenlerine bakmak gerekiyor. İstanbul’un
bugün sahip olduğu kültürel miras bir yandan Bizans ve Osmanlı’nın başkenti
olmaktan kaynaklı tarihsel yapıları ve anıtsal binaları içinde barındırırken öte
yandan da Türkiye’nin modernleşme tarihini mekân üzerinden anlamaya, okumaya
olanak olanak veren modern yapıları da içinde bulunduruyor. Sanayi yapıları ise
modernleşme tarihinin önemli sembolleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarihin
mekânsal izlerini okuyabilmek için ise 19. yüzyıla uzanmak gerekiyor.
İstanbul’un mekânsal yapısı 19. yüzyıla kadar büyük bir dönüşüm yaşamıyor. 19.
yüzyıl ile birlikte İstanbul kentinin görüntüsü de değişmeye başlıyor. Kentin
ana merkezi olan Eminönü-Sirkeci bölgesinin dışında Pera ikinci bir merkez
olarak karşımıza çıkıyor. İkinci bir merkezin ortaya çıkmasının yanı sıra kentin
tüm mekânsal örgütlenmesini değiştiren bir dizi dönüşüm gerçekleşiyor. İstanbul,
özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bir yandan uluslararası
ticarette etkinleşen ara kent konumundan dolayı gereksinim duyduğu modern bir iş
merkezinin (Galata-Pera), diğer yandan da Avrupa yakasında Taksim-Şişli, Anadolu
yakasında ise Kadıköy-Bostancı akslarında modern konut alanlarının inşasına
tanık oluyor. Yeni ulaşım ve haberleşme kanallarının gerektirdiği yeni postane
ve gar binalarının yapımı, yeni yönetim binaları ve sarayların Pera’ya
taşınması, ilk toplukonut uygulamaları, banliyölerin ortaya çıkışı, yeni
finansal ilişkilerin gerektirdiği yeni banka binalarının inşası, konut
alanlarında sınıfsal farklılığın belirginleşmesi bu yüzyılda İstanbul kentinin
şekli şemalini değiştiren belli başlı dönüşümler olarak karşımıza çıkıyor. Aynı
dönemde İstanbul’un geçirdiği idari-yönetsel modernleşme ile bağlantılı olarak
kentin modern alt yapısının inşa süreci de başlıyor. Bu inşa süreci ile birlikte
kenti besleyen ulaşım ağları da hızla gelişiyor. Hammadde veya bitmiş ürünün
taşınması için yeterli ulaşım ağının varlığı nedeniyle kent, özellikle 1850’den
sonra Osmanlı İmparatorluğu endüstrisinin merkezi haline geliyor. Bu tarihten
itibaren yabancı sermaye, işgücü ve teknolojisi ile kurulan fabrikaların sayısı
ve türü fark edilir bir biçimde artıyor. 20. yüzyılın başlarında Osmanlı
İmparatorluğu’nun topraklarında bulunan endüstri işletmelerinin yüzde 55’inin
İstanbul’da yer aldığı biliniyor. Böylesi bir tarih karşısında emeğin, emekçinin
tarihi ve bu tarihin izlerini taşıyan mekânların hikâyesi İstanbul kenti ile
bitişik hale geliyor. Vedat Türkali’nin İstanbul dizelerindeki “Cibali’nin
işçisi”, Bomonti’nin, Lengerhane’nin, Beykoz’un, Azadlı’nın, Silahtarağa’nın
emekçisi için bu kent elbet önce “kavgamızın şehri” olma sıfatını hak
ediyor.
RANT KAYGISI VE KORUMA DİRENCİ
1950’li
yıllara kadar kentin farklı ihtiyaçlarını belli ölçüde sağlayan İstanbul’un
endüstri tesisleri bu tarihsel eşikten sonra kentin hızlı büyüme sürecinde
yetersiz kalarak işlevlerini yitiriyor. Bu alanlar işlevlerini yitirdikten sonra
uzun süre buralara müdahale edilmiyor ve bir anlamda çökmeye terk ediliyor. İşte
tam da bu yüzden 19. yüzyılda sayıları 256’yı bulan endüstri yapılarından bugüne
sadece 43’ü kalabiliyor. 1950’lerden 1970’lerin sonlarına kadar, kırsal alandan
kitlesel göçler alarak büyüyen kentin arazi ihtiyacı Hazine’ye devrolmuş geniş
arazi stoku ve düşük yoğunluklu eski konut alanlarının yapsatçılık yoluyla
dönüşümü ile karşılanıyor ve böylelikle çoğu çöküntü alanı halindeki bu eski
endüstri yapıları o dönemde kentsel arazi olarak dikkati çekmiyor. Bu sayede bu
alanların bir kısmı günümüze kadar kalabiliyor.
1980’lerden itibaren
değişen ekonomi politikalarıyla birlikte başlayan kentsel dönüşüm sürecinde,
kentin merkezi alanlarındaki araziler hızla değer kazanmaya başlıyor. Bu
bölgelerde yer alan ve hemen hepsinin içlerindeki yapı stoku yağmalanmış, harap
edilmiş olan İstanbul’un ilk modern endüstri yapıları kentsel arazi üretiminin
yeni hedefleri haline geliyor. Bu hedefler doğrultusunda yeniden işlevlendirilen
bu endüstri yapıları için en büyük riskin ise, hızla yapılan işlevlendirme
uygulamaları olduğu biliniyor. Zira bu uygulamalarda temelde rant kaygısı ön
plana çıkıyor.
İstanbul’un modernleşme ve emek tarihinin en önemli
simgelerinden olan bu alanların sanayi siti olarak korunması ve bu koruma
kararına uygun yeni işlevlerle canlandırılmasını savunan meslek kuruluşları ve
yerel inisiyatiflerin müdahalesi/mücadelesi ile bu alanların kentsel arazi
olarak değerlendirilmesine karşı bir direnç oluşturuyor. Bu girişimler sayesinde
bu alanlar sanayi siti olarak koruma kapsamına alınıyor. Böylelikle bu
alanlardan bir kısmı müzeye dönüşüyor, bir kısmı üniversitelerin kullanımına
açılıyor ve bir kısmı da farklı işlevler alarak ayakta durabilmeyi
başarıyor.
AKILLARI KURCALAYAN SORUNLAR
İşte tüm
mesele de modernleşme ve emek tarihinin bu önemli yapılarının dönüşüm biçiminde
yatıyor. Enerji, gıda, giyim-dokuma, deri, kimyevi madde üretimi, maden ve
toprak işleme kollarında faaliyet göstermiş ve ayakta kalan 43 yapıdan 30’u
yasal koruma altında bulunuyor.
Yasal koruma altında olanların bir kısmı
için gerçekleştirilen dönüşüm uygulamaları ise içinde bir dizi sorunu
barındırıyor. Ve hatta bunların işlevsiz hale gelmesi (getirilmesi) asli mesele
olarak karşımızda duruyor. Ham deri üreten Beykoz Deri Kundura Fabrikası’nın
işlevsiz olduğunun iddia edilmesi, köprü kapakları açılmadığı (açtırılmadığı)
için çalışmayan bir tersanenin söz konusu olması, Sümerbank ya da SEKA
tesislerinde üretimin yapılamaması akılları kurcalayıp duruyor. İzmit Körfezi’ni
kirlettiği iddia edilen SEKA’nın karşısında Ford’un yeni bir tesis açması resmi
daha da bulanıklaştırıyor.
BİLGİLENME, DUYUMLARLA
SINIRLI
İşin dönüşüm kısmına bakıldığında ise her şey daha da
vahim bir hal alıyor. Lengerhane ile Şirket-i Hayriye’nin birleştirilip
dönüştürülmesiyle oluşan İstanbul Rahmi Koç Sanayi Müzesi ve geçmişe dair
izlerin neredeyse hiç kalmadığı Tophane-i Amire binası tamamlanmış ve çok ciddi
tartışmalı yeniden kullanım örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Bomonti Bira
Fabrikası, Likör Kanyak Fabrikası, Beykoz Deri Kundura Fabrikası, Kasımpaşa Un
Fabrikası, Yedikule Gazhanesi’nin yeniden kullanımı üzerine bir dizi faaliyet
sürüp gidiyor ve ne gariptir ki bu tür ciddi kentsel girişimlere dair bilgilenme
sadece duyumlarla sınırlı kalıyor. İstanbul’un, yapılarının, emekçilerinin
tarihi kapalı kapılar ardında yeniden şekillendirilip altüst ediliyor. Hasanpaşa
Gazhanesi gibi mahalle sakinlerinin öz-örgütlenmesine dayanan, farklı
duyarlıkları içine katan ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sürüncemede
bıraktığı bir örnek hayata geçirilmek için bekliyorsa da var olan diğer örnekler
içimizi karartıyor.
Haliç’teki Silahtarağa Elektrik Santralı’nın bir
vakıf üniversitesine dönüşümü de birçok sorunu içinde barındırıyor. Zira bu
dönüşüm çok ciddi rantsal değer getiriyor. Ve burada asıl soru ise bu rantın
nerede ve kimin için kullanıldığı noktasında düğümleniyor. Alibeyköy’de, Eyüp’te
yaşayanlar yani bu mahallelerin gerçek sahipleri bu noktada yok sayılıyor. Bir
kurum geliyor ve burada başka bir kültür yaratmaya çalışıyor. Kapıları açık
bırakmakla Eyüp, Alibeyköy emekçileri içeri alınmış olmuyor. Santralin
girişindeki boncukçunun, köftecinin dükkânının ortadan kaldırıldığı ve bir nevi
temizleme harekâtına girişildiği anda aslında kapılar kapatılmış! oluyor. Bir
dokuyu tarif eden boncukçunun silindiği bir mekânda izler
bulanıklaşıyor.
Oysa emeğin, emekçinin ve modernleşmenin tarihini ve bu
tarihin izleriyle örülü bir sanayi sitini farklı bir kavrayışla ele almamız
gerekiyor. Bu farklı kavrayışın ise içinde kamusallığı, yeni bir kamusal alan ve
mekân örgütlemeyi, kentsel kamusal bir kültür alanı yaratmayı ve bir sanayi
sitine bu meseleler üzerinden sahip çıkmayı barındırması gerekiyor. Zamanın
ancak kendisi üzerinden izlenebildiği bir dünyanın unutulmaması, yitirilmemesi
için; mekâna, zamana, dile, geleneğe kaydolmuş bir maddi gerçekliğin, bir sanayi
yapısının dönüşümünde farklı yolların izlenmesi şart oluyor. Ve bu süreçte
klasik korumacılığın sabitleyici, dönüştürme gücünden yoksun şekliyle değil,
içinde yükseldiği kentsel kamusal mekânın ortak ve sürekli biriken belleği
üzerinden ve kültürel bir kamusal alan üretme çabasından hareketle yol alınması
bir anlam taşıyor.
KAMUSALLIĞIN, SAHİPLERİNE
İADESİ
Mülk sahibi sınıf için “beş para ödemeden kamusal alanı
çalmışlardır” diyen Marx’ın izini takip ederek mekânını kaybetmiş ve aynı
zamanda çalınmış kamusallığın emekçilere, sahiplerine iade edilmesi için büyük
çabalar verilmesi gerekiyor. Kolektif tecrübe üretiminin yolu da buradan
geçiyor. Sanayi sitleri için getirilecek yeniden kullanım yaklaşımlarında
kolektif tecrübe üzerinde inşa edilecek bir kamusallığın esas olması gerekiyor.
Salt fiziksel düzenlemeleri içeren uygulamalar ise yaşamlarımızın görüntüsünü
değiştirmiyor. İktisadi ve toplumsal devamlılığı olan, yaşamdan bağlarını
kopartmadan, semtin, mahallenin özelliklerini de dikkate alan, kültürün ve
toplumsal yaşamın sadece tüketilmediği, ilgili tüm unsurların üretim süreçlerine
katıldığı, iktidar alanlarının yaratılmadığı uygulama çalışmalarını başlatmak
acil meselelerden biri olarak karşımızda duruyor. 2010 etkinliklerinin o bellek,
çokkültürlülük, kutsallık, tarihsellik gibi “ışıltılı” vurgularının karşısına
kamusallık, emeğin mekânları şiarıyla dikilmemiz gerekiyor. Ankara sokaklarında
bir “hayalet” dolaşırken İstanbul Godot’yu havai fişeklerle bekliyor. “Haktan
bahseden namuslu insanlara” bu kentin kapılarını, yapılarını, anıtlarını iade
edene kadar daha çok bekleyecek gibi duruyor.
[*] Bu yazının
çerçevesi kurulurken “HASANPAŞA GAZHANESİ: YÜZYILLIK BİR HİKÂYEYE SAHİP ÇIKMA
ÖYKÜSÜ” başlıklı, Hasanpaşa Gazhanesi Çevre Gönüllüleri ve Doç. Dr. Hatice
Kurtuluş ile birlikte hazırlanan deklarasyon metninden
yararlanılmıştır.
|