İstanbul bu memlekette emeğin Osmanlı’dan bu yana başkenti oldu. Şimdilerde
büyüyüp genişlemekten biçimsizleşmiş, sermayenin son kentsel dönüşüm ataklarıyla
değerlerine ve sakinlerine iyiden iyiye yabancılaşmış İstanbul’un her köşesinin
emekçi yaşamlarının, mücadelelerinin ve kurumlarının izleriyle, tanıklıklarıyla
dolu olduğu da unutulacak bu gidişle neredeyse. Türkali’nin dilimizde şarkı olup
dolaşan o görkemli şiirinde “bekle bizi” diye seslendiği; “haktan bahseden
Ortaköy’ün Cibali’nin işçisi”nin İstanbul’u sanki hiç yokmuş, olmamış gibi
kurulan öykülerle elit, soğuk ve insansız bir tarih yazılıyor bir yandan kente;
diğer yandan emeğin izleriyle dolu mekânlar kişiliksizleştiriliyor ya da yok
ediliyor habire. Orhan Kemal’in, Nâzım’ın, Reşat Enis’in, Zihni Anadol’un,
Latife Tekin’in ve daha nicelerinin anlattığı emekçilerin kenti giderek
siliniyor. Bir onların satırları kalıyor tanıklık etmeye aramızdan hızla ayrılan
canlı tanıkları saymazsak. Durmadan işleyen sözlü yazılı çarklarla sağlanan
emeğin belleksizleştirilmesiyle bir kentin kişiliksizleştirilmesi,
halksızlaştırılması çakışıyor. Burada bir nostalji bulutu yaratmak değil elbet
gayemiz. Ama biliyoruz ki kent, toplumun ezilenlerinin de izleriyle birlikte
kolektif hafızanın tüm canlılığıyla içine yerleştiği mekân; bizim de hatıramızı
taşıyan büyük bir yaşayan müze aslında. Emekçileri yerinden yurdundan hoyratça
koparan, kentin yoksullarını kıyılara köşelere süpürüp atmayı hedefleyen;
mahalleleri, parkları, binaları sermayenin malı kılan “dönüşümler” bir yandan bu
müzeyi de yok ediyor, bizi her gün biraz daha belleksizleştiriyor. Yani hem
tarihten hem de mekândan kovulmak isteniyor gitgide emek.
TARİHİN YAZMADIKLARI...
Epeydir yerel tarihe, kent anlatılarına olan ilginin arttığı görülüyor
sevindirici biçimde. Ama yakından bakınca bir eksiklik, bir yok sayma görülüyor
bu türden çalışmalarda. İstiklal Caddesi’nden aşağı inerken Odakule civarında
solda İBB’nin İstanbul’u konu alan kitapların satıldığı bir kitabevi bulunuyor.
Yolunuz düşer ziyaret ederseniz oradaki eserlere bir bakın. Sayıları giderek
artan ve bir kısmı epey pahalı baskılarla, zengin görsellerle hazırlanmış olan
kentin farklı dönemlerini, semtlerini konu alan kitaplarda rastlanan öncelikle
büyük ölçüde bir binalar tarihidir. Çoğunda insansız, sosyal tarih boyutu
olmayan eserlerdir karşımızdaki. Eserlerde toplum ve insan yer aldığında ise öne
çıkanlar çoğu kez kentin elitleri, muktedirleridir. Yüzyılı aşkındır bir işçi
havzası olmuş Beykoz’u, Paşabahçe’yi ya da kentin köklü gecekondu bölgelerinden
olan Zeytinburnu’nu, Okmeydanı’nı fabrika düdükleriyle uyanan emekçiler olmadan,
gecekondu duvarı örenleri görmeden, işçi yürüyüşlerini hatırlamadan; salt
Fatih’lerle, paşalarla, mimarlarla, sandal sefalarıyla anlatan nice metin
görebilirsiniz o kitapçının raflarında. Kuşkusuz bu anlatılanlar kentin öyküsüne
dahildir ve elbet gayet de renkli kısımlarıdır öykülerin ama ya onlar kadar
renkli olmayanlar, şaşaa ile yaşamamış olanlar. Son zamanlarda bizde de rağbet
görmeye başlayan, batıda ise epey zaman önce güçlü birer akım olarak yükselen
aşağıdan tarih, emek tarihi, sosyal tarih gibi yaklaşımlar İstanbul tarihine
bakanların pek uzağında kalmış gibidir. Ders kitapları, müzeler, sergiler de
farklı değildir elbet. Sorun sözlü tanıklığın, yazılı kaynağın, görsel arşivin
yokluğu mudur? Hiç de değil. Mesele aşağıdakileri, emekleriyle bu kenti var
etmiş olanları görebilecek, görünür kılabilecek bir bakışın zayıflığıdır
kuşkusuz.
Emek örgütlerimizin, solda yer alan siyasi yapı ve kurumların, yerel
yönetimlerin kentsel mekânların işçi sınıfının kolektif hafızası, tarih bilinci
için taşıdığı önemi kavradıkları, değerlendirdikleri söylenebilir mi acaba
bizde? Taksim’in 1 Mayıs meydanı olması için (olduğunu anlatmak için) verilen ve
sonunda kazanılan mücadeleye rağmen bu yönde güçlü bir bilincin varlığından söz
etmek zor görünüyor. (Bu arada tarihi 1 Mayıs kutlamasının ardından Taksim
Meydanı’nın adının 1 Mayıs Meydanı olması için girişilen resmi çabaları ve
getirilen referandum önerisini verili konjektürde problemli bulduğumuzu da
belirtelim bu noktada. İşçi hareketinin tarihsel mücadelesinin meşruiyetiyle
sağlanan bir fiili kazanımı poplaştırılması neredeyse kaçınılmaz görünen bir
medyatik kampanyayla; apolitikleşmiş, fazlaca kirlenmiş kamusal algıların
saldırgan tercihleriyle kaybetmiş görünmek gereksiz bir risk gibi geliyor bize.
Belki de şimdilerde zaferin tadını çıkarmak, işçi hareketini 1 Mayısların
zirvelerini oluşturduğu çıkışlarla yeniden yükseltip sonra bu meseleye başka bir
kamusal bilinç düzeyinde yeniden dönmek gerekiyor.) İçinde nice işçi
mücadelelerinin yürütüldüğü fabrikalar için, sendikaların mesken tuttuğu binalar
için, işçilerin dev kalabalıklarla yürüdükleri caddeler, meydanlar için,
emekçilerin yaşam savaşına tanıklık etmiş semtler, o semtlerdeki köşeler için
bir şeyler yapmak; onları görünür, bilinir kılmak, sembollerle, anıtlarla,
sergilerle emeğin sesini ölümsüzleştirmek için saydıklarımızın pek az çabası
olduğu belli olur kentin sokaklarını gezerken. Çubuklu’dan Paşabahçe’ye çıkan
yokuşun duvarlarında ismi anılan, sureti görünen Beykoz ünlüleri arasında
örneğin, çok partili dönemin ilk işçi milletvekillerinden cam işçisi Ahmet
Topçu’yu bulamazsınız. Yıllarca Türkiye’nin en önemli grevlerine tanıklık etmiş
Paşabahçe’nin meydanında sizi bir işçi anıtının karşılamasını da boşa
beklersiniz keza. Türkali’nin dizelerinde yer bulmuş Ortaköy’ün, Cibali’nin
çileli, militan tütün işçileri o semtlerin sokaklarında iz bırakamamış gibidir.
15-16 Haziran yürüyüşlerinin kana bulandığı, her yıldönümünde önünde basın
açıklamaları da yapılan Kadıköy Yoğurtçu Parkı’na, orada yaşamını yitiren
işçileri hatırlatacak bir kitabe/tabela konmasının akıl edilmemesi ne büyük
eksiktir “solcu” belediyeler için. Osmanlıdan Cumhuriyete işçi sınıfı
mücadelesine mekânlık etmiş Feshane fabrikasında bir sergi mi açılmış, bir
kitapçık mı hazırlanmıştır bunları aktarmak için.
İSYANIN TANIKLIĞI
Şimdilerde bırakın iz bırakmayı, emeği, emekçileri görünür, anımsanır
kılmayı; emeğin öyküleriyle dolu mekânlar elden gitmekte. Tek partili yılların
kahramanca işçi mücadelelerinin geçtiği, Zehra Kosova’nın tütün işçisi
yoldaşlarıyla birlikte ilk sendikal ve partili faaliyetlerini yürüttüğü
Beşiktaş’taki eski Austro Tütün Fabrikası, en göz önündeki yıkımlardan biri.
“Ben İşçiyim” isimli biyografisinde, bu fabrikada kadınlı erkekli tütüncülerin,
arkadaşlarını tokatlayan müdür yüzünden çıkardıkları isyanı anlatarak tanıklık
eder Kosova mekânın tarihine. (“Ben İşçiyim”, İletişim Yayınları, 1996).
Beşiktaş’taki geçtiğimiz günlerde “birdenbire” bir yangınla kül oluveren Kadıköy
vapur iskelesinin hemen karşısındaki dev inşaattan bahsediyoruz elbette. Birkaç
yıldır bir yandan Başbakan’ın özel ofisinin varlığının yarattığı güvenlik
histerisi, bir yandan “Nişantaşı’nın denize inme” kapsamında Akaret’lerle
başlayan doymak bilmez “sosyetikleştirme” operasyonunun yarattığı çirkinlik ve
bencillik tarafından halkının elinden alınan Beşiktaş’taki son büyük
operasyonlardan birisi tütün fabrikasının bilmem kaç yıldızlı bir otele
dönüştürülmesi inşaatı. Yıllarca örneğin bölgenin köklü eğitim kurumu Mimar
Sinan Üniversitesi’ne ya da bir kültür merkezi olmak üzere belediyeye vs
verilmeyen bu müthiş bina şimdi işçi Zehra’nın, tütüncülerin ve nice semt
sakininin anıları, tanıklıklarıyla birlikte yok edilmiş, zengin turistler için
hazırlanmakta. Kadıköy iskelesine inen o sokak sanki AKP zihniyetinin ve kentin
sermaye tarafından talan edilmesinin; AKP ile sermaye arasındaki dostluğun ve
işbirliğinin; her ikisinin kente dair, İstanbul’a dair ideallerinin,
görgüsüzlüklerinin, tarih bilmezliklerinin bir fotoğrafı gibi bakıyor şimdilerde
hüzünle denize doğru, kül olmuş iskelesinin üzerinden.
MEKÂNDA YENİ ‘KONSEPT’LER
Tüm mekânlar yok olmuş değil tabii. Bir yolunu bulup, sembolik de olsa
kendilerini hatırlanır, bilinir kılacak bir şeyler yapılmasını bekleyen birçok
mekân var. Yine Beşiktaş’tan örnek verelim: Çarşı içinde, Köprübaşı sokaktaki
Verem Savaş Dispanseri binası. 40’lı, yıllardan 60’lara İstanbul işçi
hareketinin merkezi olmuştu burası. İşçi hareketinin mücadeleci odağı İstanbul
İşçi Sendikaları Birliği’nin yanısıra pek çok sendikaya da ev sahipliği yaptı
uzun yıllar. Mesela tarihi Saraçhane Mitingi’nin kararı orada alındı,
hazırlıkları oradan yürütüldü. Bir başkası Barbaros Bulvarı’nın başlarındaki,
şimdilerde dershanelerin kullandığı; yetmişli yılların Maden-İş Genel Merkezi.
Kemal Türkler’lere, Süleyman Üstün’lere tanıklık etmiş, 77 1 Mayıs’ında Taksim’e
doğru akan kortejlere coşkuyla seslenilmiş o bina. Bir de yeniden düzenlenerek
yeni bir “konsept” edinen mekânlar var. Feshane’den söz ettik. Cibali’deki ünlü
tütün fabrikası, şimdinin Kadir Has Üniversitesi binası; son günlerdeki sendika
karşıtı tutumuyla dikkatleri çeken Bilgi Üniversite’sinin Silahtarağa Elektrik
Santralı’nı dönüştürerek yaptığı Haliç’teki Santralistanbul’unu da ekleyebiliriz
örneğin. Yıkılmaktan kurtulmuş, içlerinde öğrencilerle birer eğitim kurumuna
dönüşmüş olmaları, diğer örneklere bakınca bir avuntu yaratıyor tabii ama ya
oralardaki emeğin tarihi? Duvarlardaki birkaç işçi fotoğrafı, sembolik olarak
çağrılan eski birkaç işçi değil söylemek istediğimiz. Her biri Osmanlıdan
Cumhuriyete binlerce işçinin çalıştığı, yaşadığı, mücadele ettiği bu mekânlarda
birer emek tarihi müzesi, buralarda yürütülen sözlü tarih projeleri gibi
kurumsal etkinlikleri görmek, duymak arzu edilen. Ama tabii sendikaya bugün
tahammülü olmayanın, işçilerin dününe sahip çıkmasını beklemek de saflık olur
herhalde.
GELECEĞİ YARATIRKEN...
Hem yazılı tarihte görünmezleşmiş hem de izlerini bıraktığı mekânları
kimliksizleşen, yok edilen emeğin tarihine sahip çıkma çağrısı var bu yazıda. Bu
1 Mayıs’ta hep birlikte, bir kez daha çok canlı biçimde gördük ki kentin
mekânları geleneğimiz kadar ve onun sayesinde geleceğimiz için de önemli.
Belleksiz bir sosyal hareket inşa etmek, sürdürmek mümkün değil. Bunun için
İstanbul’un emeğin gözüyle, sesiyle de yazılmış tarihlere ihtiyacı var.
Üniversitelerde, bağımsız kurumlarda yapılacak sözlü tarih projelerine, görsel
malzeme koleksiyonlarına, arşivlere, yayın taramalarına, derlemelere ihtiyaç
var. Üstelik bu alanda malzeme hiç de sanıldığı kadar az değil. Emeğe ve emekten
yana bakışa sahip istekli araştırmacıların sayılarının artması gerekiyor ve
yukarıda saydığımız kurumlarımızın bu alana yönelik ciddi desteğine. Emeğin
renkleriyle oluşturulmuş bir tarihi kent kılavuzumuzun hâlâ olmaması ne büyük
eksiklik değil mi “Avrupa Başkenti” olacağımız şu günlerde. Tarihimize
göstereceğimiz ilgi geleceğe yönelik mücadelemiz için girişeceğimiz çabadan
kesinlikle bağımsız değil. Kentin sınıf mücadelesinin mekânı olduğunu unutmak
istesek de mümkün değil. Sermayenin kentte her gün sürdürdüğü mevzi savaşları
karşısında bizim mekanlarımızı savunmanın birçok yolu, kanalı var elbette. Ama
konut alanlarımızı, kamusal mekânlarımızı, sosyalleşme alanlarımızı, eğitim
kurumlarımızı, sinemalarımızı, üretim mekânlarımızı sahiplendiğimiz gibi (ve
sahiplenirken/ya da sahiplenebilmek için de elbet) kentin her yerine yazılmış
tarihimize de sahip çıkmamız gerektiğini de hatırlamalıyız. Şöyle sesleniyordu
geçenlerde duyarlı bir akademisyenimiz bizlere: “Bu kentin emekçileri,
sanatçıları, gecekonducuları, öğretmenleri, doktorları kaybetmektedir!
Bazıları işini, bazıları ise evini, okulunu, hastanesini kaybetmektedir. Farklı
toplumsal kesimlerin dayanışmasını başlatmak açısından, kayıplarımızın
büyüklüğünü tartmaya başlamadan önce, bütün ‘kaybetme’ biçimlerini yaratan
mantığı sorgulamak gerekiyor” (Bianet. 28.04.2010). Evet, geçmişi ve geleceğiyle
bu sorgulamayı emek üzerinden yapmayı öneriyoruz biz de. Emeğin İstanbul’u;
İstanbul’un emeği kaybolmasın diye. Boşuna çekilmesin bu acılar, İstanbul bize;
biz de ona layık olalım diye.
|