Aslında tam da bu noktada, mimarın toplumsal görevi ile ilgili ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. Bir arabuluculuk rolü üstlenebileceğini düşünüyor musunuz mimarların?
DH: Tabii, kesinlikle. Mimar kültürel çevreyi yaratan insandır. Fransız mimarlık yasasının birinci maddesi; “Mimarlık kültürün bir ifadesidir” der. Bir çevrenin mimarisine bakarak orada yaşayan ya da yaşamış insanların toplumsal, ekonomik, tarihsel, siyasal yaşamları hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. William Churchill, “Biz binalarımızı biçimlendiririz, sonra da binalarımız bizi” der. Ben bu sözü biraz değiştirerek şöyle demek istiyorum: “Önce çevremiz bizi biçimlendirir, sonra da biz çevremizi”.
Kitapta, çevrenin insan üzerinde yarattığı olumsuz etkiye, insanın yabancılaştırılmasına ve yalnızlaştırılmasına iyi bir örnek olarak Fransa’daki gettoları, banliyöleri veriyorsunuz.
DH: Kentsel yaşama katılamayan çevreler bir süre sonra toplum için tehlike oluşturacak gruplara dönüşürler. Fransa’da, bunun örneklerine tanık olundu.
Türkiye’deki günümüz mimarlık eğitiminin dünyadaki geçerli standartların altında olduğunu söylüyorsunuz. Mimarlık eğitiminde neler değişmeli?
DH: Bizde mimarlık eğitimi maalesef dünyada geçerli standartların altında. Bizdeki eğitimde çok büyük iki sakınca var. Birincisi, eğitimin düzeyinin denetimsizliği, yetersizliği. Peş peşe üniversiteler… Yeni üniversitelerde hemen ilk açılan da mimarlık fakülteleri oluyor. Başka bir sorun, öğretim kadrosu yetersizliği. Okulların ortamı, mekânları da yeterli değil. İkinci sakınca mimarlık eğitiminin süresi. Bugün Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da mimarlık eğitiminin süresi asgari 5 yıldır. Sonrasında mimarlık yapabilmek için zorunlu stajlar ve yetkinlik sınavları söz konusu. Bizde dört yıllık okulu bitiren, bütün yetkilerle donatılmış mimar oluyor. Ama yalnızca ülke içinde.
Bir yandan da üniversitelerdeki öğrencilerle sürekli bir araya geliyorsunuz. Birçok gözlem yapmış olmalısınız…
DH: Öncelikle şunu söylemeliyim, bizim öğrencilerde bir çekingenlik var. “Haydi soru sorun, sizin sorularınız beni besliyor, sizin sorularınızdan ben de bir şeyler öğreniyorum,” diyorum. Ama çekiniyorlar, bu çekingenlik bizim toplumumuzda da var galiba. Ayrıca, soru sormak da bilgi ister. Bilen soru sorar.
“Mimarlar Dik Durur!” kitabımda da bir öykü yazmıştım bu konuyla ilgili olarak. Öğrenci ve hoca ilişkileri, diyalogları da yurtdışında bizimkinden çok farklı olabiliyor. Kızımla ilgili ilginç bir anekdot aktarayım: Ayşe, Amerika’daki yüksek lisans döneminde, seçmeli ders olarak ünlü bir ekonomistten ders almak istiyor ve başvuruyor. Hoca "Niçin benden bu dersi almak istiyorsun?” diye soruyor. Ayşe de “Çünkü siz tanınmış bir hocasınız” şeklinde yanıt veriyor. Bunun üzerine “Bunları ben biliyorum zaten, bana bilmediğim bir şey söyle, sen bana ne vereceksin, ne öğreteceksin?” diye soruyor ünlü ekonomist. Ayşe, “Bir kere ben bambaşka bir ülkeden, Türkiye’den geliyorum; ikincisi de mimarlık okudum. Birbirimizle fikir alışverişinde bulunabiliriz” deyince hoca “Tamam, şimdi oldu, gel bakalım” diyor.
Eğitimdeki bir başka yanlış da içmimarlığın baştan apayrı bir bölüm olarak kurulmasıdır. Tıpta olduğu gibi hem mimarlık hem de içmimarlık öğrencilerinin temel tasarım derslerini ilk iki yıl birlikte görmeleri, sonra da branşlara ayrılıp uzmanlık alanlarına göre eğitim almalılar. Mimarlığın ne olduğu, özü, ilkeleri bilinmeden nasıl içmimarlık, peyzaj mimarlığı yapılabilir? Tasarım olgusu bir bütündür.
|