Altı yıldır Almanya’nın kuzeybatısındaki Ruhr bölgesinde
yaşıyorum. Burası İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti
ortağı. Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’ne bağlı, irili ufaklı 53 köy ve kentten
oluşan, nüfusu 5,3 milyon olan bir bölge. Duisburg, Oberhausen, Essen, Bochum,
Dortmund başlıca şehirlerinden.
19. yüzyılda Avrupa’nın en büyük endüstri merkezlerinden biriydi burası. Ruhr
nehri civarında ilk kömürün bulunmasından sonra çevreye hemen küçük maden
ocakları kuruldu ve kömür çıkarılan alan kuzeye doğru genişlemeye başladı.
Tarım, yerini çok kısa bir zamanda maden ve demir çelik endüstrisine bıraktı.
1850 yılında Ruhr havzasında 198 maden ocağı varken, yedi yıl içinde bu sayı
295’e, yüzyıl içinde ise 3,200’e yükseldi. Buna paralel olarak çelik endüstrisi
de gelişti, genişledi. 1830’larda Essen’daki Krupp çelik döküm fabrikalarında
50-80 kadar işçi varken, bu tarihten 40 yıl sonra fabrikada on binin üzerinde
işçi çalışıyordu.
Endüstri büyüdükçe büyüyor, daha da fazla işçiye ihtiyaç duyuluyordu. Önce
ülke içinden göçler oldu bölgeye, sonra Hollanda, Belçika ve özellikle
Polonya’dan. Örneğin 1800’lerde 2,200 nüfuslu Bochum, 1905’e gelindiğinde 117
bin kişiyi barındırıyordu. 150-200 yıl öncesinin küçük köyleri büyük kentlere
dönüştüler zamanla. Ruhr bölgesi böylece oluştu.
60’lı yıllarda ise Türkiye, Yunanistan, İtalya ve İspanya’dan “misafir
işçiler” geldi bölgeye, madenlerde çalışmaya başladılar. 1957’deki kömür
kriziyle yapısal bir dönüşüm başladı bölge için. 1930’lara gelindiğinde maden
ocaklarının çoğu kapatılmıştı bile. Bugün Ruhr bölgesinde sadece dört maden
ocağı ve üç kokhane işlevini sürdürüyor. Şöyle söyleyeyim: Doğa kendisinden
alınan arazileri yeniden zaptediyor. Ruhr bölgesi zihinlerdeki gri imajının
aksine yemyeşil bir dokuya ve tertemiz bir havaya sahip artık.
Shalke 04
Ruhr, bahçeye balkona beyaz olarak asılan çamaşırların toplandıklarında
kapkara bir hal almış olmasıyla tanındı yıllarca. Kömür tozu suratlarına
yapışmış maden işçileriyle, koca hangarları, derin maden kuyuları, göğe yükselen
bacaları, o bacalardan çıkan gri, pis dumanları ile anıldı. Kültürlerden, bu
bölgeye en çok futbol kültürü yakıştırıldı. Türkiye’de de yakından tanınan
“Schalke 04”, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ruhr bölgesini oluşturan şehirlerden
Gelsenkirchen’in bir semtinin takımıdır örneğin.
Estetikten uzak, çirkin bir kent olarak hayal edildi Ruhr bölgesi. Hâlâ da
öyle hayal ediliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk yıllarda benim de kişisel
izlenimlerim bu yöndeydi. Turistik bir gözle Ruhr bölgesine baktığım zaman,
burayı hâlâ güzel bir yer olarak tarif edemem. Şehir merkezlerindeki bitişik
nizam evler, donuk çarşılar, kent kimliğinin eksikliği, taşralılık, insanı yer
yer boğan sükunet, Ruhr’da bir ruh bulmamı engelliyor, Ruhr içime bir ur gibi
oturuyor bazen.
Ancaaak... İstanbul’a ihanet etmeye yatkın ve bölgenin sakini olmaya açık
öteki yanım, bütün bunların içinde kendini hemen ele vermeyen ve çelişkili bir
yapı olduğunu düşünüyor. Geçmişin enerji santralinin içinde bir tiyatro oyunu
seyretmek, rayihası madeni, atmosferi metalik bir kafede ya da bir restoranda
kahvenizi yudumlamak, yemeğinizi yemek, çelik konstrüksiyonun her yanı sardığı
devasa bir yapının orta yerinde konteynerden bozma bir havuzda yüzmek veya
eskiden günde beş bin ton kok kömürünün üretildiği kokhanenin dev duvarları
arasına kurulmuş bir sergiyi dolaşmak, aslının kömür ayıklama ve sınıflandırma
işlemi için kullanılan 38 metre yüksekliğinde bir makine olduğunu bildiğiniz
katların içine yerleştirilmiş bir müzeyi gezmek... Bütün bunları tecrübe ederken
hem zamanında işçilerin hangi ağır koşullar altında çalıştıklarını kokluyor
burnunuz, ansızın geçmiştesiniz hem de o sırada size sunulan kültür etkinliğinin
bir parçasısınız, apansız bugündesiniz.
Endüstriyel kalıntıların içinden kültürel bir potansiyel çıkarmak çabası,
beni burada cezbeden. Ve tabii ki bir tek beni değil, Avrupa Komisyonu’ndaki
jüriye de cazip gelmiş ki Ruhr, Avrupa Kültür Başkenti olabildi.
Şunu düşünüyorum: Bir şehre nereden baktığınız önemli. İstanbul’a fakir
gecekondu mahallerinden, göğe uzanan apartmanlarıyla beton istifi sitelerinden
ya da güzelim Boğaz’dan yaklaşmak, arasındaki fark gibi bir şey bu. Bir şehrin
nasıl ele alındığı ise başka can alıcı bir konu. Ruhr’un yaralı çehresini
değiştirmek için 70’li yıllarda girişmiş işe mimarlar, peyzaj mimarları,
tasarımcılar, şehir planlamacıları. Benim, yukarıda sıraladığım bugünkü
deneyimlerimin ardında, aslında bilinçli ve sağlam bir tercih duruyor: 1989-1999
yılları arasında gerçekleşen “Uluslararası Yapı Sergisi” (IBA-Internationale
Bauausstellung).
İstanbul’un da örnek alabileceği kentsel ve yapısal dönüşüm projeleri bütünü.
Ve Ruhr, bu anlamda estetik, tasarım, mimari, kent, kimlik üzerine kafa
yoranlara ilham verecek güçte bir bölge. Değişim sürecinde bir kültür başkenti.
Bedeni başka bir yerde olsa da zihni İstanbul’dan hâlâ demir alamayan bendenize
çok yerinde ve tam zamanında bir teselli.
|