Türkiye’de gündemdeki en önemli konu nedir sorusunun
cevabı kuşkusuz pek çokları için üç hafta sonra yapılacak seçim. Bir yandan
seçim tahminleri, partilerin politikaları ve adaylar konuşulurken, diğer yandan
seçmenler baraja takılmadan kaygıları temsil edilebilir mi edilemez mi hesapları
yapıyor. Yaklaşan seçim hararetle tartışıladursun, bu tartışmalarda en dikkat
çekici noktalardan biri çevre konusunda sağır edici bir sessizlik olması. Oysa
birkaç ay önce çevre meseleleri gündeme epey bir gümbürtüyle ve ‘acil’
statüsüyle girmişti. Fukuşima’daki nükleer kazanın üzerinden sadece iki ay
geçti. Nükleer sızıntının çocuklar dahil bütün insanları, toprağı, okyanusu ve
doğmamış nesilleri çok uzun süre ortadan kaldırılamayan bir kirliliğe maruz
bıraktığı aşikar da, Akkuyu ve Sinop’a yapılması AKP hükümeti tarafından hevesle
planlanan nükleer santrallerin riskiyle bizim nasıl yaşayacağımız belirsiz. Tüm
Anadolu’da yapılan ve yapılmakta olan hidroelektrik santrallerin ekolojik
dengeyi bozmaktan yerel geçim kaynaklarını yok etmeye, su rejimlerine
müdahaleden insansızlaştırmaya varan ciddi boyutlarda sorunlara yol açtığını
anlatmak için yollara düşen insanların ‘Büyük Anadolu Yürüyüşü’ hâlâ sürüyor.
Daha birkaç gün önce Kütahya’da gümüş madeninde baraj çökmesi sonucu yeraltı
sularına siyanür karıştı. Siyasal bir tercih olarak
çevre
Bütün bunlara rağmen çevre siyasetçilerin gündeminde değil. Ancak seçmen için
bunu gözardı etmenin yaşamsal sonuçları var. Enerji, ulaşım, şehirleşme gibi
konularda siyasetçiler politika yaparken insan hayatından ve doğada yaratılan
tahribattan hiç dem vurmuyorlar. Bunun son örneği Başbakan’ın açıkladığı
‘çılgın’ Kanal İstanbul projesi. Seçim öncesinde oy kaygısıyla
açıklanan projenin, asıl tartışılması gereken yönü, gerçekleşmesi halinde
yaratacağı ekolojik tahribat açısından nasıl bir çılgınlık olacağı. Bu
tartışmaların yapılmaması, seçmenlerin çevreyle ilgili kaygılarının siyasi
tercihlerini etkilememesi ve bu kaygıların siyaseten temsil edilmemesi anlamına
geliyor. Bunun değişmesi elzem. Çünkü ancak o zaman siyasetçiler daha ekolojik
bir anlayışla politika yapmak durumunda kalacaktır. Bu ekolojik anlayış, en
temelde insanlığın kaderinin doğanın kaderiyle birebir örtüştüğünün ve insanın
parçası olduğu ekosistemin tahribatının, insan yaşamını da dolaysız ve geri
dönülmez biçimde etkilediğinin fark edilmesini gerektiriyor.
Tabii seçmenlerin çevreyle ilgili kaygıları olmadığı için siyasal
tercihlerini bu yönde yapmadıkları öne sürülebilir. Bu alanda yok denecek kadar
az sayıda araştırma ve kamuoyu anketi yapıldığı için, Türkiye toplumunun
çevreyle ilgili hangi kaygıları olduğu bilinmez, toplumun zaten çevreyi bir
değer olarak görmediği yaygın bir kabuldür. Oysa çok yeni açıklanan araştırma
sonuçları kabullerimizi sorgulamamızı gerektiriyor. A&G’nin
Greenpeace için Nisan ayında yaptığı araştırma Türkiye’nin
nükleer santral istemediğini somut bir şekilde ortaya koydu (www.greenpeace.org). Nükleer enerji
santralleri konusunda bugün bir referanduma gidilmesi durumunda halkın yüzde
64’ü nükleer santral kurulmasına “hayır” diyor. Enerji ihtiyacımızı karşılamak
için riske girmeyip temiz kaynaklara yönelmemiz gerektiği görüşünde olanların
oranı ise yüzde 84,2. Peki partilerin tabanları nükleere nasıl bakıyor?
AKP’ye oy vereceklerin yüzde 41.5’i, CHP’ye oy
vereceklerin yüzde 86.2’si, MHP’lilerin yüzde 77.6’sı,
BDP’lilerin ise yüzde 73’ü nükleer santral istemiyor. Nitekim
bu anketin yayınlandığı tarihten sonra siyasi partiler nükleer konusunu seçim
gündemine sokmamak adına daha temkinli adımlar atmaya başladılar.
Ekolojik yıkım
Türkiye’nin yürüttüğü tepeden, modernleşmeci politikaların yerelde ne tür
ekolojik yıkımlara neden olduğunu artık görmek zorundayız. Ülkedeki çevre
sorunlarının bir haritasını çıkarsak herhalde çok az boş yer kalır. Özellikle
enerji ve maden politikaları, doğa ile çatışmanın en şiddetli tezahür ettiği
alan. Planlanan 1700 HES’in ve 47 termik
santralin, Sinop’ta ve Akkuyu’da yapılacak nükleer santrallerin,
onlarca bölgede yapılan kimyasal madenciliğin yaşamı ne derece sürdürülemez
kılacağı; iklim, tarım, sağlık, göç gibi konularda ne sonuçlar doğuracağını
biliyor muyuz? Ekonominin büyümesi için nelerden vazgeçmeye hazırız?
Ekolojik anayasa
İnsan ile insan arasındaki çatışmayı düzenlemeyi öngören anayasaların,
günümüzün ağır ekolojik krizleri ışığında insan-doğa ilişkisini tanımlayan ve
doğanın haklarını tanıyan bir şekilde yeniden yapılandırılması gündeme geliyor.
Bazı hukuk otoriteleri doğanın hak talebinde bulunamayacağı düşüncesinden
hareketle doğanın bir hak öznesi olamayacağını savunsa da birçok ülkede insan
merkezli değil, ekoloji merkezli Anayasa yapma girişimleri sürdürülüyor.
Türkiye’de de Ekolojik Anayasa Girişimi iklim değişikliği,
çevre kirliliği ve doğanın önlenemeyen tahribine karşı hangi anayasal önlemler
alınabilir, doğayla uyumlu bir varoluş nasıl sağlanabilir, böyle bir varoluş
için vatandaşların doğaya karşı yükümlülükleri ne olmalıdır, sadece bugün
yaşamakta olanların değil, gelecek kuşakların da yeryüzünün bütünlüğü ve
sürekliliği içinde var olma hakkı nasıl korunabilir sorularına yanıtlar üretmek
için çalışmalarına devam ediyor (www.ekolojikanayasa.org).
Dolayısıyla ekolojik bir anlayış benimsemek, seçime kadar olan süreyi
kapsayan sadece kısa vadeli bir siyasal gündem için değil, uzun vadede çevreyle
barışık bir toplum yaratmak için gerekli. İşe 12 Haziran seçimlerinde suyumuza,
havamıza, toprağımıza, gıdamıza yönelik tehditlere çözüm üretecek
milletvekillerini Meclis’e göndermekle başlayabiliriz.
Barış Gençer Baykan, Hande Paker / BETAM, Bahçeşehir
Üni.
|