950’li yılların sonlarında Amerika Birleşik
Devletleri’ne öğrenci olarak gitmiş olanlar, o dönemin en çok satan
(best-seller) kitapları arasında şu başlığı hiç unutmamışlardır: Kahve mi, Çay
mı, Beni mi? Kitap, bir havayolları hostesinin anılarından oluşmaktadır. Kitabın
ana teması, uçak yolcularının zor tercihler karşısındaki tavırlarına yön veren
ahlaki değerlerdir.
Toplum yaşamında karar verme yetkisini elinde
bulunduran yönetici kadrolar, her düzeyde ve her zaman kolay olmayan tercih
seçenekleri ile karşı karşıya kalabilir. Kalkınmayı hızlandırmak, kişi başına
düşen geliri artırmak, dış ticaret dengesini düzeltmek, cari açığı küçültmek
gibi özde ekonomik nitelikte olan amaçlarla, çevrenin korunması, ekolojik
değerlere sahip çıkılması, insan ve çevre sağlığı yönünden önem taşıyan
risklerin azaltılması gibi ekonomi dışı almaşıklar arasında kesin tercihler
yapmak her zaman kolay olmayabilir. Çünkü her bir tercihin, tercihi yapanlar,
merkezi ya da yerel düzeydeki siyasetçiler, yüksek düzeydeki yöneticiler,
kısacası karar vericiler açısından doğuracağı ekonomik, toplumsal ve siyasal
maliyet, hesaplı davranmayı zorunlu kılar. Ama bazen de kişilere, siyasal
partilere, topluma ve gelecek kuşaklara neye mal olacağı enine boyuna
hesaplanmadan, belli bir tercihten yana ya da ona karşı tavır
alınır.
‘Ortak geleceğimiz’
Çevre ve kalkınma
ilişkisi dünyanın ve ülkemizin gündemini uzun süredir işgal eden tartışmalı
konulardan biridir. Bu iki amacın bir denge içinde bağdaştırılmasına olanak
bulunmadığını savunanlar olduğu kadar, sürdürülebilir (sürekli ve dengeli)
kalkınma denilen bir yeni gelişme anlayışı çerçevesinde
bütünleştirilebileceklerini, aralarında uyum sağlanabileceğini öne sürenler de
vardır.
Dilimize, “Ortak Geleceğimiz” adıyla çevrilmiş olan Birleşmiş
Milletler Brundtland Raporu’nda ve Rio Bildirisi’nde (1992) benimsenmiş olan
görüş bu ikincisidir. Uluslararası hukuk belgelerinde ve ulusal yasal metinlerde
benimsenip son yıllarda çok sık kullanılmasına, iç hukukta “bağlayıcı” duruma
getirilmiş olmasına karşın, sürdürülebilir kalkınma kuralının gereği gibi
uygulanmakta olduğunu söylemek kolay değildir.
Çevre değerlerini ve doğal
kaynakları, gelecek kuşakların bunlardan yararlanma haklarını yok etmeksizin
kullanmayı öngören, koruma ve kullanma arasında bir denge kurulması düşüncesine
dayanan bu anlayışı, ne yazık ki ne dünyada ne de ülkemizde yaşama geçirmek
olanağı kolayca bulunamıyor. Ve kural çoğu kez kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm
oluyor. Bu durumun sayısız örnekleri vardır.
Turizm gelirinin
arttırılması
Küresel ısınmada en büyük sorumluluk payı olan
devletler bile ekonomik gelişmeleri yavaşlamasın diye zehirli gaz salımlarının
sınırlandırılmasına inatla karşı çıkmıyorlar mı? Altın üretimini arttıracağız
diye, altın işletmelerinde siyanür kullanarak bugünün ve geleceğin kuşaklarının
ölümcül risklerle karşı karşıya kalmasına göz yuman ülkeler yok mu? Turizm
gelirinin arttırılması amacıyla, devlet ormanlarının değişik ölçülerde imara
açılmasında yarar gören devletlerin sayısı az mı ?
Ülkemizde, ormanların
korunmasıyla görevli bir bakanlığın başındaki siyaset adamı, sanki ormanlar o
bakanlığa emanet edilmemiş gibi, iki üç yıl önce bakanlığının bütçesini TBMM
Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunarken, “Amacımız, devlet ormancılığından millet
ormancılığına geçmektir” derken, acaba devletinin “sürdürülebilir kalkınma”
konusunda ulusal ve uluslararası yükümlülükleri olduğunu bilmiyor muydu
?
Yukarıda belirtildiği gibi örneklerin sayısı arttırılabilir. Güncel
olan konu şudur: Hidroelektrik santrallar konusunda, bir Koruma Kurulu
tarafından verilmiş olan “doğal sit” kararı vesile bilinerek, bu türlü kararları
verme yetkisi, 2863 sayılı yasa gereğince oluşturulan, karma yapılı, bilim
insanlarının ağırlıkta olduğu ve bir ölçüde bağımsız sayılan kurullardan
alınarak merkezi yönetimin denetimi altına sokulmak istenmektedir. Tabiatı ve
Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı gibi ilk bakışta çekici görünen bir
adı olan tasarının hazırlanmasını hızlandıran olay Doğu Karadeniz bölgesindeki
illerimizden birinde bu tür bir santralın kurulmasına yerel koruma kurulunun
izin vermemiş olmasıdır.
Fırtına Vadisi
Konu ile
ilgili Bakan, hidroelektrik santralın Rize sınırları içindeki Fırtına
Vadisi’nde, doğal çevre açısından yaratacağı “fırtınayı” ve riski öne sürerek
sivil itaatsizlik eylemine girişmiş olanları “cinnet getirmiş kişiler” olarak
suçlarken yukarıda kısaca değindiğimiz zor tercihin o kadar da zor bir tercih
olmadığını ortaya koymuş ve kolay yolu seçmiş olmuyor mu? Ülkenin enerjiye,
temiz enerjiye, ekonomik gelişmenin hızlandırılmasına gereksinme duyduğu elbette
yadsınamaz. Ama dünyada eşine az rastlanan biyolojik ve ekolojik
zenginliklerimiz için açık bir risk olduğu gerçeğinin kavranması acaba
toplumumuzun geleceği için hiç mi önem taşımıyor ?
Her konuda olduğu gibi
hidroelektrik santrallar konusunda da sorunu birden çok boyutuyla birlikte ve
ilgili bütün tarafların görüşlerine saygı göstererek demokratik kurallar
çerçevesinde çözmeye çalışmak, demokratikleşmekte olduğu sık sık vurgulanan
ülkemize kanımca daha çok yaraşır. Hem “yönetişim” gibi garip bir sözcük gibi
görünmekle birlikte, katılımcı ve çok ortaklı bir yönetim anlayışının savunucusu
olmak, hem de yerel niteliği ağır basan çok önemli kararları tek merkezden ve
tek yönlü olarak geçerli kılmakta direnmek, katılımcılıkla
bağdaştırılamaz.
Kültür ve doğa varlıklarının daha iyi korunabilmesi
amacıyla, doğal ve kültürel sit alanlarına ilişkin kararların yerel yönetimlerin
“münhasır” (yalnız onlara ait olan) yetki alanlarının dışına çıkarılması bu
konuların günübirlik siyasal hesaplardan uzak tutulması kaygısından
kaynaklanmıştır. Eğer bu yetki, elimizdeki tasarıda olduğu gibi merkezi siyasal
iktidarlara bırakılacak olursa, korkarım ki yalnız süreç daha çok
siyasallaştırılmış olmakla kalmayacak; aynı zamanda, hükümetimizin uzun süredir
gerçekleştirmeye çalıştığı, merkeziyetçilikten uzaklaşmak ve yerelleşmek
hedefinden de sapılmış alacaktır.
O zaman, galiba, devleti yönetenler,
hostesin kitabının başlığındaki tercihler arasından, ne kahveyi, ne de çayı,
fakat hostesle birlikte olmayı tercih etmiş durumda olacaklardır.
|