eçim mi! Hile yapılmıştır. Obama mı geliyor! Kesin gizli amaçları vardır.
Mesele şüphelerimizin gerçekliği ya da gerçekdışılığı değil. Artık ortak bir
konuşma platformu olarak kalan tek alan “gündem” üzerinden devamlı bir bit
yeniği aramamız. Ancak bu, biz ve onlar meselesi değil. Çünkü sosyal alanlarda
yaşadığımız şey de farklı değil. Herkes birbirinden korkuyor, sokakta i-Pod ya
da cep telefonuyla meşgul olmadan dolaşan birini bulmak zor. Biriyle konuşmak
istemek mi? Tacizci, gaspçı ya da sivil polis olabilirsiniz. Bu şüpheler birden
ortaya çıkmadı. Elbette, insanların da olup bitenlere karşılık yapacakları
vardı. Apartmanların kapısına bekçi, yetmedi kartlı geçiş sistemi koymak, kent
meydanlarından hızla uzaklaşmak, bu etki-tepki ilişkisinin sonucu mu? Çoğunuzun
yanıtı “evet” olacaktır ama bu sorunun sadece görünen yüzü. Hollandalı
araştırmacı Gijs Van Oenen “siz yine
iyisiniz” havalarında. İstanbul’a geldiği ilk günlerde birkaç genç muhabbet
etmeye çalışmış, bu da çok hoşuna gitmiş. Ancak bu dünyanın bütün büyük
kentlerinde yaşanan sosyal yaşamın çözülmesinin, insanların kapalı cemaat
anlayışını tercih etmesinin ve güvenlik takıntısının İstanbul’da yaşanmadığı
anlamına gelmiyor.
Sosyal toplumun sonu
Van Oenen’e göre bir takım gizli güçleri suçlamak çok mantıklı değil. Bunu
“geleneksel politik düşünce yapısı” olarak görüyor. Ona göre, bugün gelinen
toplum anlayışı, aslında aydınlanma çağından beri insanların peşinde olduğu şey.
Yani bireyselliğin toplum kavramının önüne geçmesi, her bireyin kendi
potansiyelinin farkına vararak, sosyal yaşamda katılımcı bir rol üstlenmesi ve
hayatı hakkında kararlarını kendi vererek kişisel sorumluluğunu üstlenmesi.
Bunlar aydınlanmanın gündelik hayata yansıyan sonuçları ve olumsuz yanları da
yok değil. Aile ve komşuluk değerlerinin sosyal yaşamda değerini kaybetmesi de
bu yanlardan.
Ancak konu insanların güvenlik takıntısıysa olumsuzluklar bir adım daha öne
çıkıyor. Bu süreç, Türkiye’de ya da Avrupa’da farklı zamanlarda ve farklı
şekillerde yaşansa da varılan nokta hep aynı. “İnsan denilen yaratığın sosyal
yaşamını sürdürmesi için iletişime, daha doğrusu izlenmeye ve yardıma ihtiyacı
var. Artık biz kendi sorumluluğunu almış bireyler olarak çevremizin, toplumun ve
ailemizin değer yargılarını pek iplemediğimize ya da dikkate alsak bile kendi
mantık süzgecimizden geçirip değerlendirdiğimize göre bizi takip edecek başka
birileri ya da bir şeyler olmalı.” Bu, Van Oenen’in çıkardığı sonuç. Bizi kimler
mi izleyecek? Bunun için görevlendirilmiş insanlar ve makineler. Van Oenen’e
göre komik olan aslında bugün yaşam içinde yer alan tüm korkularımızın kendi
yarattığımız ihtimaller olması. Elbette 60’larda yaşanan “adına ne derseniz
deyin” hareket ve “dünyayı değiştirebiliriz” inancı, birilerine toplumun
biçimlendirilebilir bir kavram olduğu yönünde bir fikir vermiş olabilir. Van
Oenen, fikre kapılanların -tabii ki burada politikacılardan söz ediyor- en büyük
silahının ise mimari olduğu görüşünde. “Çünkü” diyor “insanları etkilemek için
kullanılan diğer yolların çoğu beklenildiği kadar başarılı olamadı.” Çevrenin
fiziki ayarlaması genel anlamıyla insanların gerçekten kendilerini uyarlaması
gereken yegâne faktör.
Araziye uymak...
Basit bir örnek; “Şimdi burada oturduğumuz koltuklar son derece geniş ve
rahat, oysa dışarıda, otobüs durağındakiler son derece rahatsız, on dakika
oturmak bile çok zor. Bunun sebebi çok basit. Bir evsizin ya da alkoliğin oraya
gidip oturmaması için tasarlanmış.” Van Oenen bunu “komutlanmış alanlar” olarak
tanımlıyor. Bu çok eski bir tanım değil, bununla ilgili tartışmalar da devam
ediyor. Ancak toplumsal çözülmenin ortaya çıkardığı korku ve güvenlik endişesi
konusunda önemli bir yere oturuyor. Merkezden uzaklaşıp, sayıları giderek artan
kapalı komünitelerin var olduğu çevreye baktığınızda “komutlanmış alanlar”
kavramı daha farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Van Oenen, “Kısıtlama daha
çok kamusal alanlar için geçerli gibi görünüyor, ancak kapalı alanların da
komutlamanın abartılı bir çeşidi olduğunu söyleyebiliriz” diyor ve ekliyor:
“Seni ve beni ayırabilecek çok daha görünür fiziksel bariyerler var. Kamusal
alan olmadan toplum denilen şey olmazdı. Bunun sonucu da anlaşmazlık ya da
problem demek. Bu kaçınılmaz, çünkü hepimiz aynı değiliz. Birbirimizle iletişim
kuracak sosyal kapasiteye sahip olmalıyız yoksa maddesel yardımlara ihtiyaç
duyarız. Geleceğe yönelik tahminim de bu yönde ve bu öngörümü interpasifite
olarak adlandırıyorum. Bundan hoşlanmıyorum, ama hepimiz bir şekilde
interpasifiz. İnteraktivite her zaman daha iyidir; tartışmak, konuşmak...”
|