YÖK tarafından yürürlüğe konan
yönetmeliğin Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği kararla
yürütmesinin durdurulmasıyla araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu,
şimdilik, çözüldü. Ancak, 2547 sayılı yasada araştırma
görevlisi tanımına dikkat edildiğinde, “iş güvencesi” sorununun nihai bir çözüme
ulaşmadığı görülür. Oysa, üniversitede kadroların geçicileştirilmesi sorunu iki
temel nedenle üniversitelerin varoluş sorunudur.
1. Özerk akademisyenler ve özerk üniversite (iş güvencesi özerkliğin
gerekli fakat yeterli olmayan önemli bir koşuludur): Konumları
geçicileştirilen ve asgari yaşam koşullarını bile sağlayamayacak kadar düşük
ücretlerle çalışan akademisyenler, bilimsel çalışmanın gerektirdiği fiziksel ve
ruhsal hiçbir önkoşulun varolmadığı bir ortamda motivasyonlarını, şevklerini,
neşelerini, umutlarını yitirirler. Bu neşesiz, kaygılı ortam artık akademik
çalışmalar için tümüyle elverişsizdir. Böylesi bir ortamda bireysel çözümler
aranır. Yaşamı sürdürmenin, hatta akademik çalışmalar yapabilmenin yolu değişik
finans kaynaklarına bağımlılaşmaktır. Fırsat eşitlikleri, liyakat önemini
yitirir, etik değerler yiter, önce bireysel, sonra da kurumsal özerklik yokolur.
Bu üniversite hâlâ “üniversite” midir sorusunun yanıtını aramalıyız.
2. Birikim: Üniversite bilginin ve bilimsel geleneklerin
biriktiği kurumdur. Geçici kadrolarla bu birikim imkansız hale gelir. Bu
birikimi sağlayamayan bir kurum hâlâ üniversite midir sorusuna da yanıt
bulmalıyız.
Kadroların geçicileştirilmesi, atamaların merkezileştirilmesi, giderek
bozulan yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmemesi, üniversitenin kendi finans
kaynaklarını yaratmasının beklenmesi gibi bir dizi olgu siyasal-sosyal-ekonomik
değişimin sonuçlarıdır. Daima içinde bulunduğu toplumun emek-sermaye
ilişkilerinin biçimi tarafından şekillendirilmiş olan üniversite bugün
Türkiye’de de yeniden şekillendiriliyor. Öğretim ve araştırmanın bir bütün
olduğu ve toplumsal sorumluluğunun farkında olan geleneksel üniversite, asal
görevi hizmet üretmek olan ve piyasa koşullarının belirlediği bir kuruluşa
dönüştürülüyor.
İşin ruhuna aykırı
Araştırma görevlileri için “geçicilik” sorununun kaynağının,
araştırma görevlilerini üniversitenin temel unsurlarından saymayıp, belirli
süreler için görevlendirilen ve uzmanlar, çeviriciler ve eğitim-öğretim
planlamacılarıyla birlikte öğretim yardımcıları olarak tasnif eden ve
“yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı
olan (teknisyen mi, laborant mı?) ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer
görevleri yapan öğretim yardımcıları” olarak tanımlayan yasa olduğu açıktır. Bu
tanım, araştırma görevlisini o bilimi öğrenen, o bilim alanının hocalarınca
geleceğin hocası olmaya hazırlanan bir genç akademisyen olarak görmüyor. Oysa
geleneksel üniversite anlayışında araştırma görevlisi o birimin gelecekteki
öğretim üyesi adayıdır. Araştırmacı olmayı, o alanın inceliklerini öğrenir ve
öğretici olarak yetiştirilir. Tüm bu süreci, hocasıyla usta-çırak ilişkisi
içinde yaşar, bu süreç öğreten için de öğrenen için de bilimi paylaşma, birlikte
öğrenme ve üretme süreci olarak çok özeldir. Bu süreç üniversitelerde birikimin
ana damarlarından biridir.
YÖK’le birlikte bu süreç tümüyle şekil değiştirdi. Görüldüğü gibi araştırma
görevlisinin o birimin geleceğe ilişkin planlamalarında yeri yoktur. ‘Biri gider
biri gelir’ olmuştur. Bu “geliş”ler üstelik, tamamen akademik birimin ve hocanın
inisiyatifi dışında gelişir. Böylesi bir atama usulunde ne işe yaradığı tam
bilinmeyen ALES puanı, yabancı dil puanı ve, doktoralı bile olsa, lisans
ortalaması ile çok düşük oranda hesaba katılan “sözlü” bir giriş sınavı puanı
belirli oranlarda değerlendirilir. Bu atama usulü merkezidir, gerçek bilimsel
kriterlerden yoksundur ve en önemlisi ilgili bilim dallarının, ilgili hocaların
değerlendirme sürecinde yok sayılmasıyla “akademia”nın ruhuna, varoluş biçimine
tümüyle aykırıdır. Bu sistem üniversitenin araştırmacı, öğretim üyesi seçme,
yetiştirme özerkliğini ortadan kaldırmakta, öğretim elemanlarının kurumla ve
birbirleriyle bağlarını, karşılıklı aidiyet duygularını zayıflatmaktadır.
Bu bağlamda bilginin birikmesinin, geleneklerin oluşturulmasının önünde büyük
engeldir. Bu ortamda bu usullerle doktora yapmanın/yaptırmanın anlamı da
yitiyor. Doktoralar hocanın, kurumun ve YÖK’ün yıllık akademik faaliyet
raporlarında birer rakama indirgeniyor. İş güvencesi olmayan, açlık sınırında
ücretler alan araştırma görevlileri, yaşamlarını nasıl sürdüreceklerine,
edindikleri deneyimleri ve bilgileri nerede nasıl kullanabileceklerine
(özellikle fen dallarında) ilişkin belirsizliklerin yol açtığı derin kaygılar
içinde. Bu gelecek korkusudur, yıpratıcıdır, bir toplumun gençliğini ve
dolayısıyla geleceğini yitirmesidir. Özenle ve kısıtlı olanaklarla doktora
yaptıran hocalar da bir yandan kendi hayatlarını her gün daha zorlaştıran
koşulların altında ezilirken bir yandan da daha yaşamlarının çok başındaki
öğrencilerinin geleceği için derin keder duyarlar, bu koşulları değiştirmek
için, kimi zaman umutsuzca mücadele ederler.
Rakamlar ve kavramlardan ibaret “rapor” larda bu kederler, kaygılar sorun
olarak yer almaz. O raporlarda insan faktörü yoktur. Artan üniversite sayısının
ve yayın sayısının toplumda bir yansıması olup olmadığıyla, bilimin hakiki
göstergelerinin var olup olmamasıyla ilgilenilmez. Gerçekler konuşulmaz
olur.
Bu anlamda, sorunlar, teknik olarak değil kavramsal açından ele alınmalıdır.
Çeşitli raporlarda, taslaklarda olduğu gibi, üniversiteye ve sorunlarına
yaklaşım sadece teknik çözümler bütünü olarak ele alındığında söylenenlerin
hiçbiri “üniversite”nin varlık sorununa bir yanıt olamaz. Bu konularda
üniversitelerin ne düşündüğü, düşünüp düşünmediği çok önemlidir. Çünkü bu,
üniversitenin kendi varoluşu hakkında düşünmesi demek olacaktır. Bu,
üniversitenin kendisini fark etme sorunudur. Üniversitelerimiz, tüm bunları
sorun olarak algıladığı, kendisi ve hem de kavramsal açıdan irdelemeye başladığı
gün üniversite olacaktır.
Mine Anğ Küçüker / Prof. Dr., İstanbul Üni., öğretim
üyesi
|