eşitli zamanlarda çeşitli vesilelerle değişik konularda kitaplar okuyor,
eski dergileri tarıyor ve günü gelince yazmak düşüncesiyle notlar alıyorum.
Bugün izninizle bu notlardan dikkat çekici bulduğum birkaçını sizinle paylaşmak
istiyorum.
Yapı dergisinin çok eski sayılarından
birinde okumuştum. Yüksek Mimar Sedat Çetintaş'ın anlattığına
göre, 1911 yılında Trablusgarp Harbi çıkınca Türkiye'deki İtalyanlar alelacele
savuşurlar; Sanayi-i Nefise Mektebi Mimari Şubesi'nin
hocalarından Monçeri de bunlardan biridir. Mektep müdürü olan
Halil Edhem Bey, Mimar Vedad (Tek) Bey'i davet
ederek Monçeri'den boşalan kadroyu kendisine teklif eder. Vedad Bey der ki:
"Birkaç ay sonra harp biter, sulh yapılır, bu adam yine döner, o vakit bana
buyurun, derler. Bu hal benim nefsime ağır gelir. Onun için kabul etmek
istemem!" Bunun üzerine Halil Edhem Bey teminat verir: "Böyle bir şey olmaz.
Eğer olursa beraber istifa ederiz!"
Savaş bir yıl sonra bitince Monçeri
soluğu yeniden İstanbul'da alır ve yerine bir Türk hocanın tayin edildiğini
öğrenince kıyameti koparır. Devreye İtalyan sefiri girer, birlikte Maarif
Nazırı'na giderler. Mesele diplomatik bir krize dönüşmüştür. Baskılara karşı
koyamayan Maarif Nezareti Vedad Bey'e yol verip Monçeri'yi yeniden tayin edince
Halil Edhem Bey de istifa eder.
Vedad Bey'le ilgili bir başka not:
Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'da başta II. Büyük Millet Meclisi
binası ve Çankaya Köşkü olmak üzere birçok önemli binaya imza atan Vedad
Bey, bilmediğimiz bir sebep yüzünden Mustafa Kemal'le anlaşmazlığa
düşer ve Ankara'dan ayrılır. Artık o dışlanan, yok sayılan, alacakları ödenmeyen
bir mimardır. Hak ettiği hâlde devletin ödemediği alacaklarının dökümünü bir
kâğıda el yazısıyla upuzun bir liste halinde yazan Vedad Bey'in yaşadıkları
hakikaten şaşırtıcıdır. Devlet (!) bir mimara kızmış ve yaptırdığı işlerin
karşılığını ödememiştir! İnanılır gibi değil!
Alacaklarını tahsil
edebilmek için yıllarca mücadele veren Vedad Bey, son müracaatını 1939 yılında
Cumhurreisi İsmet İnönü'ye yapar. Cumhuriyetimizin kurucusunun borçlu olarak
yatmasına kendi partisinin razı olmayacağı ümidindedir. Üstelik Meclis binasını
Cumhuriyet Halk Partisi için projelendirmiştir; o halde bu borcu kapatma
yükümlülüğü de bu partidedir. Tabii yine bütün kapılar yüzüne kapanır. Aynı
yıllarda emeklilik hakkı elde etmek için de büyük bir mücadele veren Vedad Bey,
önce emekli edilmiş, sonra sudan bir bahaneyle emekliliği geri alınmıştır.
İnanmazsanız, Prof. Dr. Afife Batur tarafından hazırlanan ve Yapı Kredi
yayınları tarafından yayımlanan M. Vedad Tek. Kimliğinin İzinde Bir Mimar (2003)
adlı kitaba bakınız (s. 217-221).
Alacaklarını
tahsil edemeyen başka bir mimar da, Ankara'daki meşhur Türk Ocağı binasının
mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu'dur. Şu cümlelere dikkat:
"O günlerde Halk Fırkası büyükleri Ocaklar'ın amansız bir düşmanı hâlini
almışlardı. Onlara her fenalığı yapıyorlardı. Benim gibi memur olmayan
kimselerin de her fırsatta işlerini baltalıyorlardı. Onlar karşılarında herkesin
boyun eğmesini, zelil bir biçimde yalvarmalarını istiyorlardı. Bunu yapacak
yaratılışta değildim. Artık yaptığım birçok işlerden alacaklarımı alamayacağımı
anlayarak bir yere başvurmak istemedim (...) Hakkım olan ve bütün kuvvetimle
gece gündüz çalışarak ve muvaffak olarak yaptığım bu eserimin parasını da
alamayınca yine bir sıkıntı devresi başlamıştı."
Maddî sıkıntılarından
kurtulmak ümidiyle, Tayyare Cemiyeti'nin Bursa'da yaptıracağı sinema ve tiyatro
binası için açtığı milletlerarası proje yarışmasına katılan ve kazanan
Koyunoğlu'nun bu inşaat sürerken yaşadıkları da ibret vericidir. Merak edenler,
yine Yapı Kredi yayınları arasında çıkan Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Bir Mimar:
Arif Hikmet Koyunoğlu (2008) adlı kitabı okusunlar.
Sanat
tarihçilerince Birinci Millî Mimari akımının temsilcileri olarak görülen Vedad,
Kemaleddin ve Arif Hikmet Beylerin araları aslında açıktı. Ancak bu mesele
konumuzun dışındadır. Bu yazıyı Mimar Kemaleddin Bey'in
Ankara'da başına gelenlerle noktalamak istiyorum:
Maarif Vekâleti, 1927
yılında modern okul yapımı için danışman mimar olarak Avusturya asıllı İsviçreli
mimar Ernst Arnold Egli'yi davet eder. Ankara'ya "bir modern
mimari peygamberi edasıyla" gelen Egli'ye yaptırılan ilk iş, o tarihte Gazi
Terbiye Enstitüsü binasıyla meşgul olan büyük mimar Kemaleddin
Bey'i hırpalatmak olur. Sedat Çetintaş'ın ifadesiyle, "sanat ve teknik
bahsinde Kemaleddin'e ulaşamayacak durumda" olan Egli, Gazi Terbiye projesine
eleştiriler yağdırmaya başlar.
Kendi değerlerini küçümseyen ve öteden
beri yabancı uzmanlara düşkün olan bürokrasi, Egli'nin eleştirilerini
benimseyecek ve Kemaleddin Bey'i projede onun teklifleri doğrultusunda tadilata
zorlayacaktır. Kemaleddin Bey'in önünde iki yol vardır: Ya bırakıp gitmek, ya
projesini Egli'nin teklif ettiği yönde tadil ederek tamamlamak... Eserini,
büsbütün Egli'ye bırakmak istemeyen Kemaleddin Bey ikinci yolu tercih eder.
Egli'nin muhtemelen kendine yer açmak amacıyla yönelttiği haksız eleştiriler
yüzünden çok üzülen Kemaleddin Bey'in acı acı gözyaşı döktüğü söylenir.
Ne dersiniz? Bu notlar sizce de bir zihniyet dünyasına ışık tutmuyor mu?
|