Ankara, Nereye?
Ankara’nın kimlik krizini, Kızılay PTT’de satılan kartpostallara bakarak anlamak mümkün: Anıtkabir, Atakule, Kızılay Meydanı, Estergon Kalesi, Ulus’taki Atatürk heykeli, Keçiören şelaleleri, çok az sayıda da Ankara Kalesi’nin eski fotoğrafları. Her Ankaralı başka bir Ankara’da yaşıyor ve başka bir Ankara düşlüyor. Ankara’ya gelen her turist ve
20’li ve 30’lu yılların Ankara’sının fotoğrafları, insanın gözünü yaşartıyor. O dönemde Ankara, “kasaba”lıktan “kent”liğe geçiş sürecini, bütün heyecanı ve sorunlarıyla yaşarken, müthiş bir imar hareketi kentin yeni çehresini çiziyordu. Misak-ı Milli’nin çeşitli köşelerinden Ankara’ya taşınan bürokratlar, memurlar, müteahhitler, iş sahipleri, şehrin yeni sakinleri olarak, şehre yeni ruhunu ve kimliğini kazandırdılar. Onlar Ankara’nın çehresini değiştirirken, Ankara da onların yaşam tarzını değiştirdi. Ankara Cumhuriyet’in kentiydi. Haliyle hem Ankara’yı Cumhuriyet’e layık olarak inşa etmek hem de Cumhuriyet’in yaşam tarzı her neyse burada ona uygun yaşamak lazım gelir idi. Bu sürecin sancılarını, açmazlarını, dertlerini, komikliklerini, Yakup Kadri’nin Ankara romanında okumak mümkün. Ama olsun, bu hikâye Ankara’nın hikâyesidir, haliyle de Cumhuriyet’in bürokrasisinin, burjuvazisinin, işçisinin, halkının hikâyesidir. Balolarda, çay günlerinde sosyal hayat gelişmiş, spor müsabakaları, Cumhuriyet şenlikleri düzenlenmiş. İşler bağlanmış, işler bozulmuş, binalar yıkılmış ve yapılmış. Sonunda Ankara, tiftik keçisinden ve zeybeklerinden ayrı bir “kimlik” sahibi olmuştur. Cumhuriyet’le birlikte gelişmiş, o Cumhuriyet’i, Cumhuriyet de onu değiştirmiştir. Fakat nesiller değişiyor. Aynı ırmağa tekrar giremeyeceğimiz gibi, yeni nesiller de dedeleriyle aynı kentte yaşamıyorlar. Kimlik ise tekrar şekillenmek zorunda, her kentte olduğu gibi Ankara da, eski ve yeni sakinlerince tekrar benimsenmek zorunda. Ankaralı, kente özgü yaşam tarzlarını ve ritüellerini yeniden tariflemek durumunda. Bu durum, dünyadaki bütün metropoller için geçerli. Bütün kanalları ve tarihine rağmen Venedik, festivallerini canlı tutmak istiyor; New York, Sıfır Noktası’yla yüzleşti bile; Berlin artık Love Parade’le ve yeni merkeziyle anılıyor; Paris kentin en önemli aksının uzantısına La Defans’ı kurarak kentin sürekliliğini sağladı; Pekin ise dünyanın en eski imparatorluklarından Çin’in nasıl yeniden kurulmakta olduğunu dünya tarihinin en büyük seremonilerinden biriyle, milyarların gözü önünde ilan etti. Bu, toplumların dünyaya kendilerini, kentleri üzerinden ifade edişidir. O kentlerde yaşayanlar, bu ritüeller ve “event”lar üzerinden dünyada bulundukları yeri tanımlıyorlar. Genelde, “Ben dünyanın neresindeyim?”, “Dünya benim farkımda mı?” gibi metropol insanlarına özgü soruları kendi kendilerine cevaplıyorlar. Pekin’de, ulusal stadyumun etrafında havaya atılan binlerce havai fişeğe bakan Çinlilerin parlayan gözlerindeki gurur, görülmeye değerdi. Kimse Pekin’in günlük yaşamında her şeyin yolunda gittiğini ve herkesin mutlu olduğunu iddia etmiyor, fakat artık istesek de istemesek de, kentler birer sahne, kendimizi bulduğumuz, ifade ettiğimiz ve bütün dünyanın bizi izlediği veya kimsenin bizi izlemediği sahneler. Ankara’nın kimlik krizi Peki, bütün bu kentler üzerinden kurulan küresel rekabette, Ankara nerede? Sahi, Ankara geçmişinden geleceğine nasıl uzanıyor? Yeni Ankara’nın kimliği nedir? Ankara’yı sever misiniz? Neden? Ankara’nın kimlik krizini, Kızılay PTT’de satılan kartpostallara bakarak anlamak mümkün: Anıtkabir, Atakule, Kızılay Meydanı, Estergon Kalesi, Ulus’taki Atatürk heykeli, Keçiören şelaleleri, çok az sayıda da Ankara Kalesi’nin eski fotoğrafları. Her Ankaralı başka bir Ankara’da yaşıyor ve başka bir Ankara düşlüyor. Ankara’ya gelen her turist ve misafir de Ankara hakkında aklında ne kaldığı konusunda çok emin değil. Tabii ki, metropollerdeki bütün kentlilerin o kente aynı bakması, aynı şeyleri yaşaması düşünülemez ancak, onları ortak bir noktada buluşturmayan bir kentte yeni kimlik nasıl yaratılabilir? Ne üzerinden kurulacak Ankara? Eskişehir Yolu’nda sıra sıra dizilen birbirinin aynısı alışveriş merkezleri üzerinden mi? Kent içinde boş kalan, yaşam içinde varolmayan parklarına tezat, kent dışındaki “pazar günü arabayla ailecek gidilen” rekreasyon alanları üzerinden mi? 23 Nisan’da ortaya çıkan, lunaparktan sökülmüş absürd oyuncaklar üzerinden mi? Real-Praktiker-Ankuva üçgenine ne dersiniz? Çayyolu’ndaki villalardan bozma barlar sokağından mı çıkaracağız Ankara’nın yeni kimliğini, yoksa alt-üst-yan geçitler sayesinde üçüncü vitesten düşmeden geçilen kent merkezinden mi? Sahi, Ankara nereye gidiyor? Ankara’nın geleceğe dair kurgusu nedir? Ankaralı, “Cumhuriyet’in Kenti”nde olmanın tadını nasıl çıkarıyor? Aslında Ankara’nın yeni sembollere, hatta denize bile ihtiyacı yok. Yeni kulelere, kalelere, “en büyük parklara”, “en ihtişamlı heykellere”, “en güzel altgeçitlere” ihtiyacı yok. Ankara tekrar kuruluş amacına dönse? Onu kutlasa? Onun tadını çıkarsa? Bozkırın ortasında, ne yüzyıllara dayanan emperyal bir tarihsel mirasla ne de
coğrafi güzelliklerle yaratılmış Ankara, her kent gibi ona anlamını veren
geçmişiyle yaşayamamaktan ve yeni bir şey üretirken hep baştan yenilenmekten
yorgun düşen bir kent halini alıyor. Sadece kullanım ve yatırım kaygılarıyla
üretilen ve kentsel kültüre bir katkıda bulunmayan konforlu binalarına, alt ve
üstgeçitlerinden arabasıyla ulaşan, hafta sonunu alışveriş merkezlerinde
geçiren, sanatı, kültürü bile buralarda tüketen, doğayı da her gün yanından
geçilip gidilen bir parkta değil de şehir dışındaki “tematik” rekreasyon
alanlarında gören Ankaralı, kentle bağını koparmak üzere. Peki Ankara, tarihi veya yeni şehir merkezine varıldığında, kentin tadını
çıkarabileceğimiz nasıl mekânlar sunuyor bize? Ne zaman bir tiyatrodan çıkıp
hemen karşısındaki meydana bakan kafede bir kahve içtik? Dükkânların ve
mağazaların arasında bir sanat galerisinin afişi çağırdı mı bizi içeri?
Tüketimin sunulduğu binalar (apartmanlar) ve onların arasında kalan açık
mekânlar (sokak) bize nitelikli bir kentin parçası olduğumuzu hissettiriyor mu?
Peki, bu sokaklar nasıl? Üstgeçitlerin merdivenleriyle işgal edilmiş Kızılay ve
araba tamponlarının arasında yürünen Tunus Caddesi kaldırımlarında, Ankara
şehri, bireyle ilişkisini kurabiliyor mu? Konforlu binalarımıza ulaşmamız için
sokaklar cazip değilse, 3. vitesli in-çık geçitler üzerinden mi ilişki kuruyoruz
kentle ve böylece kenti geçip gidiyor, ıskalıyor muyuz? Sokaklardan,
meydanlardan, nitelikli açık alanlardan kopmayı kanıksıyor muyuz? Efe GÖNENÇ / Mimar, kentsel tasarımcı |