Belki de kent hakkı adına el birliği ile
Demirören’e teşekkür borçluyuz; bu kadar kritik bir olguyu
nihayet basının ve kamuoyunun gözüne sokabildiği için! Tamamen ekonomik kaygılar
ve kentsel rant üzerinden şekillenen ve kentin ekonomik büyümesini kentin insani
öncelikleri ile çevresel, tarihi ve kültürel değerlerinin önüne koyan böyle bir
gelişme modelinin bir ‘cinayet’ olarak adlandırılabilmesi için demek ki o
binanın belli bir yüksekliği aşarak cümle-alem İstanbulluya ve basına
tepeden–tepeden egemenliğini ilanı etmesini beklemek gerekliymiş!
Meslek odalarının, STK’lar ile barınma hakkı aktivistlerinin ve mahalle
derneklerinin, hatta UNESCO, Habitat-AGFE,
Avrupa Konseyi, Helsinki Komisyonu gibi
uluslararası kurumların tüm uyarı ve ikazlarını göz ardı eden bu sistemin
perdesini aralayabildiği ve ayrıca Beyoğlu Belediyesi’nin ihlaldeki ortaklığını
da teşhir ederek aslında tüm yerel yönetimlerin (iktidarı ve muhalefeti ile fark
etmeden) kentsel ranttan nemalanma adına ‘daha çok kat’, ‘daha çok beton’ /
‘daha çok AVM’, ‘daha çok rezidans’, ’daha çok lüks konut’ ‘daha çok otel’,
kısaca ’daha çok 5-yıldız…’ dolayısıyla ‘daha çok rant’ çarkını da gözler önüne
serdiği için belki de Demirören’e topluca minnettar olmalıyız.
Öte yandan, bu kentte son beş senedir, üstelik ‘güpegündüz’ nice ‘5366’ ve
kentsel dönüşüm ‘cinayeti’ gerçekleşti ama bu cinayetlerin kamuoyuna ‘cinayet’
olarak sunulabilmeleri için demek ki kurban edilenlerin insan değil bina
olmaları gerekiyormuş, yazık ki bunu da anladık! Bu bağlamda, basın ve
kamuoyundaki muhalefetin çıkış noktası insan faktöründen azade salt estetik bir
kaygıdan ibaret kalırsa bu muhalefetin kendisi de en az Demirören
AVM kadar kent hakkından sabıkalı olacaktır. Dubai-Manhattan
arası bir kent karikatürüne dönüştürülme yolundaki İstanbul’un
mahalleleri ile yaşayanlarının başlarına gelenlerden ziyade binalarının
estetiğine odaklanan böylesi tek yönlü bir muhalefet, kenti arzu nesnesi bir
metaya dönüştürerek ulusal ve uluslararası pazarlara sunmada bir eşik atlama
gayretinden öte bir anlam taşımayacağından sakıncalı bir muhalefet olacaktır.
Böylece, örneğin, Tarlabaşı gibi başlı başına bir Kent Hakkı ihlali ya da
Tophanelilere ‘‘… yaşam tarzlarını Tophane’de koruyamazlar. Kaybettiler’’
salvosu ile bilcümle gecekondu ‘temizleme’ projesi insani bağlamından
koparılarak, estetik’ kaygılar adına haklı okunabilecektir.
Oysa bugün geldiğimiz, getirildiğimiz noktada, Kent Hakkı’nı, kentte
yaşayanların kentin olanaklarına erişimlerinin ötesinde bambaşka bir hakkı,
artık tartışmaya açmamız gerekiyor. Kısaca, kentlilerin yaşadıkları kenti kendi
arzularınca şekillendirdikleri, dolayısıyla kentin yapılanmasında bire bir
katılımcı oldukları kolektif bir hakkı ya da kentlerin/ mahallelerin en
demokratik bir hak talebi olarak kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkını
acilen gündeme almamız gerekiyor. ‘Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor’
ağabeyliğinin 5-yıldızlı projesiyle konuşlandığı Ayazma’dan TOKİ’nin insan
silolarına gönderilen nüfusların ve çadırlara mahkûm edilen Ayazmalı kiracıların
yaşayageldikleri hak ihlallerini, dünyanın en ‘sosyal’! projesiyle yaşam
alanları ellerinden alınan, sosyal bağları ve özgün kültürleri yok edilen
Sulukuleliler’in mahallelerinde kalma hakkını, Küçükbakkalköy Romanlarının
senelerdir süren çilelerini ya da Tarlabaşı, Fener-Balat-Ayvansaray, Tozkoparan
ve bil cümle kentsel dönüşüm/ yenileme mahallesinin başlarına gelebileceklerin
bizi nasıl bir İstanbul’a mahkum edebileceğini sorgulama gerekliliğimiz gibi.
Küresel sermaye tarafından bu kente dayatılan ve kenti kendi anlayış ve
çıkarları ile rant talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiren tüm
kentsel yenileme/dönüşüm projeleriyle mücadelemizde bizler de kenti kendi yaşam
anlayışlarımıza arzularımıza göre değiştirme hakkını talep edebilir miyiz?
Harvey’in deyişi ile ‘yaşam alanlarımızı ve kentimizi kendi arzularımız
doğrultusunda değiştirme hakkımızı’ inşa edebilir miyiz? Demirören AVM’nin
gulyabaniliğine karşı muhalefeti başlatmışken, bu muhalefetin ‘Emek Sineması
Bizim’ deme veya 3. Köprüye karşı çıkma ya da Ataköy sahilinde kamusal alan
hakkı için eylemden bir farkının olmadığının bilinciyle, Kent Hakkı’nın tüm
bunları ama daha ötesinde mahallelerin ‘yerinde kalma hakkını’ da kapsaması
gerektiğini anlayıp, ‘yerinden etme’ projelerini
‘sağlamlaştırarak/yenileyerek-yerinde kalma’ projelerine dönüştürtebilir miyiz?
Alt alta, toparlarsak, insan haklarına dayalı demokratik bir kentin inşası
ancak sakinlerinin karar mekanizmalarında katılımcı oldukları ve kentlerini
kendi istekleri doğrultusunda değiştirebildikleri ve ayrıca kentin tüm kamusal
alanlarında söz sahibi oldukları bir kent ile böyle bir kent hakkının tesisi ile
mümkün ise, bugün o ucube AVM karşısında yer alan muhalefet böyle bütüncül bir
kent hakkı mücadelesi ya da bir demokrasi mücadelesi yönünde akmalıdır. Zurnanın
zırt dediği yer tam da budur ve gerisi laf-ı-güzahtır!
Cihan Uzunçarşılı Baysal / Habitat-AGFE Yerel
Danışmanı
|