üketim, günümüzün vazgeçilemeyen en önemli özelliklerinden. Bir zamanlar
birkaç kuşağı içine alacak kadar yavaş değişimler yaşanırken, günümüz
toplumlarında bir iki yılda büyük gelişmeler yaşanıyor. Hızla değişen ve
küreselleşen dünyada hiç olmadığı kadar yaygın bir iletişim,
etkileşim ve tüketim ağı içinde yaşıyoruz. Bu özellikle moda,
müzik, sanat, sanayi ve politika gibi popüler konular için çok geçerli.
Ancak, toplumların en önemli ortak konularından olmakla birlikte, doğa
koruma anlayışı ve bilinci o kadar yaygın değil - hatta, çoğunlukla
çevre felaketleri ile gündeme geldiği de söylenebilir.
Hava kirliliğinden meydana gelen toplu ölümler, endüstriyel tesislerden
sızan kimyasalların içme sularına karışması, zehirli gazların neden olduğu asit
yağmurları, nükleer santral kazaları sonucu yayılan radyasyon bulutları,
atmosferdeki ozon tabakasının delinmesi ve iklim değişikliği vb. çevre
felaketleri dünyadaki mevcut doğal denge ve biyolojik kaynaklarımızın sınırlı
olduğunu hatırlatıyor. Ancak her nedense, bu tür çevre felaketlerinden sonra
gerekli önlemleri alan, çevre hukukunu işleten ve yaptırımları arttıran
çoğunlukla Avrupa Birliği gibi batı ülkeleri oluyor. Türkiye dahil, doğudaki pek
çok ülke için ekonomik ve sosyal şartlar her zaman, her şeyden önce geliyor. Bu
ülkelerde insan ve diğer canlıların hayatı batıdaki ülkelere kıyasla daha mı az
önemli? Bunun nedenleri sosyal, kültürel ve tarihi olarak açıklanabilir belki,
ancak kabul edilebilir mi?
Türkiye’de
politikacılar ve hükümetlerin genel yaklaşımına göre, doğal araziler = boş
alanlardır, ekonomik olarak ‘gelişmek’ ve ‘değerlendirmek’ amacıyla
kullanılmalıdır. Ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenen politikacılar,
maalesef doğal kaynaklarımızı yönetemiyor. Bu nedenle, Mili Park, Tabiatı Koruma
Alanı ya da Tabiat Parkı gibi en ciddi resmi koruma statülerine sahip doğal
alanlar bile tam olarak korunamıyor. Doğal Sit Alanı ya da Arkeolojik Sit Alanı
gibi nispeten daha az güçlü koruma statülerine sahip alanlar ise adeta yok
sayılıyor. Ne ulusal çevre koruma yasaları, ne uluslar arası sözleşmeler ciddiye
alınıyor, uygulanıyor. Sonuç olarak, Türkiye’de Avrupa’dan çok daha zengin olan
doğal kaynaklarımız kısa vadeli ekonomik ve sosyal çıkarlara feda ediliyor,
büyük bir hızla kirleniyor ve tüketiliyor.
İstanbul Boğazına 3.
köprü konusunda mevcut hükümetin ısrarı da böyle bir yaklaşımın sonucu.
İstanbul’da yeni bir köprü ile çözülemeyecek çok büyük bir trafik sorunu
olduğunu herkes biliyor. Bu konuda yıllardır bilim adamları, uzmanlar ve sivil
toplum kuruluşları tartışıyor ve çeşitli alternatif planlarla trafik sorununa
entegre çözümler öneriyorlar. Bu çözüm önerileri arasında ise yeni bir köprüden
hiç söz edilmiyor. Ancak hükümet yetkilileri özellikle son yıllarda 3.köprüden
sık, sık söz ediyor ve kamuoyunda oluşan tepkilere karşı da sessiz kalmayı
tercih ediyor. Onlardan beklendiği gibi, 3. köprü konusunda uzlaşmacı
davranmıyor, yapılan itirazları ve bilimsel verileri/raporları dikkate almıyor
ve ortak bir çözüm üretmeye yanaşmıyor.
Boğaziçi’ne inşa edilen önceki
iki köprüden sonra boğazın her iki yakasındaki doğal alanların ne kadar zarar
gördüğü ve betonlaştığı biliniyor. Her yıl yüz binlerce kişinin göç etmesiyle,
plansız yapılaşmanın ve şehrin orantısız büyümesinin bedelini doğrudan
İstanbul’un doğal alanları ve dolaylı olarak şehirde yaşayanlar ödüyor. Yapılan
araştırmalar, son 30-40 yılda mera alanlarının %90, fundalık alanların %85 ve
kıyı kumullarının %80 oranında yok olduğunu gösteriyor (İstanbul her dem yeşil!,
Doğal Hayatı Koruma Derneği, 2000).
|