25 milyon tabii ki çok kaba bir tahmin, belki eksik belki
fazla, fakat şurası açık ki, İstanbul’un kuzey ormanları üzerinden geçirilmesi
planlanan otoyol ve üçüncü Boğaz köprüsü projeleri, sürdürülemez bir megapolitan
büyümeyi tetikleyecek. Zaten proje yandaşlarının temel perspektifi de bu.
İstanbul’un coğrafi zenginliklerinin daha geniş bir parçasını kullanıma açmak,
yap-işlet-devret gibi sözüm ona özel-kamu işbirliği modelleriyle ve ortak
mülkleri parselleyip özel kesimlere devretmek suretiyle zenginlik yaratmak. İşte
bunun adına “kalkınma” diyoruz: Birileri gerçekten zengin olurken bu güya
herkesin yararına olacak, tüketim artacak, bu arada kentlerimizi ayakta tutan
doğal kaynaklarımız acımasızca tahrip edilip tüketilecek.
Üçüncü köprünün “İstanbul’un trafiğini rahatlatmak” amacıyla
inşa edileceği argümanı tamamen halkla ilişkiler (reklam) amaçlıdır. Böylelikle,
Şehir Plancıları Odası’nın haklı bir şekilde “rant
köprüsü” olarak adlandırdığı bu proje, sanki her gün trafiğin
ceremesini çeken sıradan İstanbulluya bir hizmetmiş gibi sunulacaktır (bkz.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın açıklaması: “Köprüyü
kendime yapmıyorum, İstanbullu istemezse bu iş olmaz.”). [1] Oysa bu projenin
orta vadede İstanbul’un ulaşım problemlerine hizmet etmeyeceğini görmek için
uzman olmak gerekmiyor (köprüye karar vermek için uzman olmak gerekmediği gibi,
iki-üç kişi İstanbul’un orman ve su kaynakları üzerinden helikopterle şöyle bir
uçup güzergah belirleyebiliyorsunuz.) Tam da kuralına uygun bir şekilde, önemli
yatırımlar hakkındaki bürokratik kararlar, sınanabilir hiçbir ekonomik rasyonele
dayanmadan, tamamen kendi gündemine hizmet edecek şekilde alınıyor.
İTÜ Ulaştırma Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Haluk Gerçek, “Bu
projenin kendi yaratacağı trafik dışında mevcut köprülerdeki trafik
tıkanıklığına fazla bir faydası olmayacak” diyor.[2] İlk bakışta bir paradoks
gibi görünen bu argümanı (bir yolun kendi trafiğini yaratması) anlayabilmek
için, trafik sorunu denen şeyin kaynağı olarak yolların, kavşakların, köprülerin
azlığına değil, yolculuk talebinin varlığına odaklanmamız gerekiyor. Diğer bir
deyişle, trafik sorununun nasıl ortaya çıktığını ve neden bir türlü
çözülemediğini kavrayabilmek için, insanların neden farklı seyahat biçimlerini,
sürelerini, sıklıklarını tercih ettiğini anlamak gerekiyor. Doğan yolculuk
talebi, mevcut yollar, kavşaklar ve köprüler tarafından karşılanabildiği ölçüde
“trafik sorunu” (şuradan şuraya ulaşma süremiz) artıyor veya azalıyor.
Özel araçlar
Üzerinde özel araçlarımızla seyredebileceğimiz yollar açıldıkça ve kaliteli
ve verimli toplu taşıma alternatifleri sunulmadıkça, (her sınıfa hitap eden
tüketim kampanyalarının da katalizör etkisiyle) insanların özel araç edinme
alışkanlığı artıyor (evimin önünde arabam olsun!). Yollar açıldıkça, edinilen
araçlar konutların önüne park etmek yerine, daha sık ve daha uzun sürelerle
trafiğe katılıyor (keyifli yolculuklar!).
Tabii, özel araç edinecek ve bunları kullanacak insanlar olmasaydı, istediği
kadar yol yapsınlar, isterse hiç toplu taşımacılık olmasın, trafik sorununa yol
açacak bir yolculuk talebi de ortaya çıkamazdı. Fakat yollar, kavşaklar,
köprüler inşa edilip şuradan şuraya ulaşma süremiz azaldıkça, ana iş ve
alışveriş merkezlerine makul erişim süresi içerisinde yer alan bölgeler de
giderek genişliyor (Kemerburgaz’a taşınırım!). Bu da o yolların hizmet ettiği
coğrafyanın genişliğini, insan sayısını ve en nihayetinde de toplam özel araç
sayısını artırıyor.
Bu anlamda, açılan otoyolların aslında otomotiv sektörüne sunulan muazzam bir
sübvansiyon olduğunu da hatırlatmış oluyoruz. İstanbul’un kuzey ormanları
üzerinden geçirilecek yolların, raylı sistem gibi bir toplu taşımacılık
alternatifinin yokluğunda, “evimin önünde arabam olsun”, “keyifli yolculuklar
yapayım”, “Kemerburgaz’a taşınayım” şeklinde tarif edebileceğimiz itkilerin
güçlenmesine hizmet edeceği ve bunların tümünün birden yolculuk talebini
artıracağı ve tekrardan “trafik sorununa” yol açacağı öngörülebilir. Öngörmenin
ötesinde, 2000’lerde konut sektöründeki canlanmayla birlikte farklı sınıfsal
statülere hitap edecek şekilde imara açılıp yerleşilmiş olan yeni semtlerin
halihazırda yollar, kavşaklar ve köprülerle birlikte kendilerine sunulacak olan
bu ulaşım imkanından faydalanmak üzere hazır beklediğini söyleyebiliriz.
Bu birkaç paragraflık hikâye, yolların kendi trafiğini nasıl yarattığına dair
bir açıklama sunmakla birlikte, herkesin korktuğu ve İstanbul’u esas olarak
bekleyen tehlikeye henüz değinmiyor: İnşa edilen yol, kavşak ve köprülerin
coğrafi olarak eriştiği bölge, yeni alanların imara açılmasıyla genişletilirse
ne olur? On binlerce hektar orman arazisi de-facto veya de-jure yerleşim ve
sanayi alanı haline dönüştüğünde, bunun halen göç almaya devam eden İstanbul
üzerindeki sonuçları nasıl olur?
Üçüncü köprüyle birlikte çok muhtemel olan bu geleceğin (üniversite
yerleşkelerinin dahi imarsız araziler üzerinde kurulabildiği bir ülkede
yaşıyoruz), zengin / yoksul yeni gettoları, çözümsüz ekonomik ve kültürel
problemleriyle birlikte yeni bir İstanbul yaratacağı öngörülebilir. İşte o zaman
bu üçüncü köprü, yaratılmasına bizzat kendisinin hizmet ettiği bu 25 milyonluk
İstanbul’un ulaşım altyapısı olacaktır. Bu projeye, mevcut ulaşım sorunlarına
değil, yalnızca kendi yaratacağı sorunlara hizmet edeceği için, kamu yararı
gözetmeyen bir “rant projesi” olduğu için karşı çıkılmalıdır.
Ali K. Saysel / Doç. Dr., Boğaziçi Üni., Çevre Bilimleri
Enstitüsü
[1] Akşam Gazetesi, 21 Ağustos Cuma, s. 15.[2] Milliyet Gazetesi, 20 Ağustos
Perşembe, s. 17.
|