br />
2010'dan kalıcı eser beklerdim
Atilla Dorsay (Sinema Eleştirmeni): Ben bir mimar ve
İstanbul âşığı olarak daha kalıcı eserlerin yapılmasını, altyapısal işlere önem
verilmesini beklerdim. Sadece Beyoğlu bölgesinde 10 kadar eski ve bir kısım
tarihî sinema salonunun hâlâ kapalı durması ve Atatürk Kültür Merkezi'nin
açılmamış olması, Ayazağa'daki o büyük projenin hayata geçirilmemesi
bağışlanacak şeyler değil. Adeta bir salon kıyımı yaşandı ve yaşanıyor.
2010 daha verimli çalışacak bir kuruma dönüşmeli
Cem Erciyes (Radikal Gazetesi Kültür-Sanat Editörü): Kentin
altyapısını geliştirecek şeylerin yapıldığına şahit olmadık. AKM'nin yenilenmesi
2010 projesinin en net projelerinden biriydi ama 2010 bunu yapamadı. Onun
dışında AKM, İstanbulluların salon sorununu çözecek tek yer değil birkaç tane
daha böyle salon olması gerekiyor. Ama 2010 Ajansı, Türkiye'nin kültür
dünyasının gerekli bağımsız bürokrasi dışında çalışan bir büyük kültürel destek
fonu olarak işlev gördü. Herkes oraya projelerini sundu işte insanların
projelerini sunacakları böyle bir bağımsız fona Türkiye'nin çok ihtiyacı var.
Benim 2010'dan en büyük umudum 2011 yılında bütün bu deneyimleri
dönüştürebilecek ve daha verimli bir şekilde çalışabilecek yeni bir kuruma
dönüşmesidir. 2010'dan izlediğim birkaç güzel konseri
hatırlayacağım
Ali Çolak (Zaman Gazetesi Kültür Sanat Editörü): Sonuçta
bazı önemli restorasyonlar yapıldı 2010'un bütçesiyle ve baş döndürücü bir
etkinlik trafiği yaşandı, yaşanıyor. Özellikle yaz aylarında İstanbul gözle
görünür bir konser ve sahne sanatları canlılığına sahip. Buna en çok sevinen,
bizim kültür sanat habercileridir sanırım. 2011'den 2010'a baktığımız zaman
geriye çok bir şey kalacağını sanmıyorum. Ben şahsen orada, İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti Ajansı'nda hakikaten iyi niyetle, gece gündüz canla başla
çalışan dostlarımı, onların yorgunluklarını hatırlayacağım. Bir de izlediğim
birkaç harikulade konseri...
Çok kültürlülüğün desteklendiği başarılı projeler
gerçekleşti
Korhan Gümüş (Mimar): Kentte çok kültürlülüğün desteklenmesi
noktasında başarılı veya başarısız deneyimler yaşanıyor. 2010 Ajansı, Yahudi
cemaatiyle, Ermeni cemaatiyle, Rum cemaatiyle projeler yürüttü. Klasik anlamda
geçmişi yâd etmek için bazı şeyler yapılırsa bir anlamı yok ama eğer sanat
yoluyla kentin kültür hayatına katılmaları sağlanırsa bu önemli bir başarı. Bu
kamusallık gerçekleşirse cemaatler kapalı topluluklar değil kültür yoluyla
kentle bütünleşen topluluklar olur.
2010'dan birçok eser kalacak
Yılmaz Kurt (2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel
Sekreteri): Uluslararası opera ve bale festivalleri, daha ilk günden
ilk günden dünyanın dikkatini İstanbul'a çekmiş projeler ve bunlar uzun yıllar
devam edecek. Yıllar sonra bile "Bir 2010 Projesi" denilecek. Yine ilerde geriye
dönüp baktığımızda ülkemizin ilk sinema okulu Atıf Yılmaz Stüdyosu'nun bu
süreçte açıldığını; İstanbul'da Yaşıyor ve Çalışıyor projesinin çıktıları
olarak, Avrupa'nın önde gelen 7 çağdaş sanatçısının İstanbul için bıraktığı
eserleri, yıllar boyunca hatırlayacağız. David Helfgott'tan U2'ya, Slyvie
Guillem'den Nacho Duato'ya kadar dünyaca ünlü birçok isimin konserleri hiç
unutulmayacak. Tarihi eserlerin restorasyonu konusunda yapılanlar, ajansın adını
hep yaşatacak. Sinema, geleneksel sanatlar, edebiyat alanında yapılanlar belki
de hiç unutulmayacak.
2010'a özgü bir kimlik oluşmadı
Celal Üster (Cumhuriyet Gazetesi Kültür Sanat editörü):
İstanbul'un Avrupa Kültür Başkentliği, birbirinden tümüyle kopuk bir sürü
etkinliğin dağınıklığından kurtulup kendine özgü bir kimlik oluşturamıyor.
Örneğin, Eston besteci Arvo Part'in "İsa'nın Yakarışı" adlı bestesi, bu
eksikliğin simgesi. Bestenin, İstanbul 2010 için değil, 2011'de Avrupa Kültür
Başkenti olacak olan Estonya'nın başkenti Tallinn için yapıldığı çok açık.
Diyeceğim, İstanbul 2010 için uluslararası üne sahip bir besteciden bu kente
adanmış bir beste bile alınamadı. Bu iş, bir sergi düzenlemeye benzer. Bir sürü
yapıtı galerinin duvarlarına astığınız zaman sergi olmaz. Gerçek bir serginin
ana kavramını oluşturmanız, yapıtların sergilenmesine de bu ana kavramın yön
vermesi gerekiyor. Başka bir deyişle, serginin kendisi bir "yapıt" olmalıdır.
Bence, aynı şey İstanbul 2010 etkinlikleri için de geçerli. İstanbul 2010'un
kendisi bir "yapıt" olmadı. Etkinliklerin bütününe damgasını vuran bir kültürel
kimlik oluşturmasının temel nedeni ise İstanbul 2010'un yönetilmesinde kültürün
değil, siyasetin ağır basması. Bazı birimlerin sanat ve kültür insanları
tarafından yönetilmesi ya da yönetiliyor görünmesi işin bütününü değiştirmiyor.
İşin başına geçirilecek donanımlı, deneyimli, birikimli bir kültür insanı,
sözünü ettiğim bütünsel kimlik ya da kişiliğin oluşmasını sağlayabilirdi. Demek,
bu tür kültürel olaylarda devlet ya da hükümetin bir kenara çekilip destek
vermekle yetinmesi olgunluğuna erişmemişiz. Bırakın, işin başına saygın bir
kültür insanının geçirilmesini, Kültür Bakanlığı bile büyük ölçüde işin dışında
bırakıldı. Henüz 2010'dayız. 2011'e gelmedik. Ama 2011'den baktığımızda, ardında
derin izler bırakmış bir İstanbul 2010 görebileceğimizi sanmıyorum. Siyaset ve
iktidar, sanat ve kültürden elini çekmeyi öğrenemedi.
|