Yâr Bana Bir İstanbul, Medet!
TimeOut İstanbul'un son sayısında ilginç bir konu vardı. İstanbul'da neler yerinde kalsın neler bu kenti terk edip gitsin diye düşünüp çalışmışlar ve ortaya tahmin edilebileceği gibi uzun bir liste çıkmış. Bir şeyi yıkmak kolay, yapmak zor olduğundan dergiciler neler gitsin sorusunu yanıtlarken daha atak davranabilmiş.
TimeOut İstanbul'un son sayısında ilginç bir konu vardı. İstanbul'da neler yerinde kalsın neler bu kenti terk edip gitsin diye düşünüp çalışmışlar ve ortaya tahmin edilebileceği gibi uzun bir liste çıkmış. Bir şeyi yıkmak kolay, yapmak zor olduğundan dergiciler neler gitsin sorusunu yanıtlarken daha atak davranabilmiş. Bu başka bir nedenden ötürü de kaçınılmaz. İstanbul o kadar tahrip edilmiş, insanları o kadar yıldıran bir kent ki, 'neler ortadan kalkarsa bu kent biraz daha yaşanabilir hale gelir' deyince hızla bir dizi şey saymamak olanaksız. Bitirilmiş kentsel doku Her şeyden önce dokusu bu derecede yok edilmiş başka bir kent bulmak neredeyse olanaksız. Şöyle düşünelim. Biraz abartarak bakarsak İstanbul'da Balat'tan başlayıp Karaköy'den geçip Taksim-Tarlabaşı'ndan Şişli'ye kadar uzanan alanın mimari dokusuyla Londra, Paris, Barselona gibi kentlerin mimari dokusu aşağı yukarı aynıdır. Bu bölgeler tamamı Art Nouveau türü veya o akımın hemen sonrasında gelişen bir anlayışla inşa edilmiş binalardan oluşur. Şimdi bir o kentlerin bir de İstanbul'un haline bakın. ODTÜ'de uzun yıllar çalışan tarihsel dokuların korunması ve yenilenmesiyle uğraşan ve bu alanın dünyadaki en büyük kuruluşu ICCROM'un başında uzun yıllar kalan Prof. Cevat Erder bir gün anlatmıştı. Devrin İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan Tarlabaşı Bulvarını açmak için oradaki binaları yıkmaya başlamıştır. Günün birinde yolu Cevat Bey'in görevli olduğu Roma'ya düşer ve çalıştığı uluslararası kuruluşta onu ziyaret eder. Kendisinden kısa bir Roma turu yaptırmasını ister. Dünyanın en zeki insanlarından birisi olan Cevat Bey, Dalan'ı gezdirir ve Başkan gördüklerinden çok etkilendiğini söyleyince Erder: "Gösterdiğim bölgelerdeki dokuyla yıktığınız Tarlabaşı'nın dokusu aynıdır," der. Dalan'ın cevabı çok çarpıcıdır: "Çok mahcup oldum ama kimse bunu bana anlatmadı!" Belki bazı detayları yanlış hatırlıyorumdur ama iki kentin benzer dokularının akıbeti tastamam doğrudur. Evet, İstanbul ortadan kaldırılmış, yok edilmiş bir kenttir. Bazen bu şehrin artık unutulmuş sokaklarında, mahallelerinde dolaşırken hep olmayan bir şehirde gezindiğimi düşünürüm. Sonra da etrafıma bakıp kendime gelir ve şu soruyu sorarım: Neresidir İstanbul? Nedir bu İstanbul denen 'şey' Madem dergilerden başladık, öyle devam edelim. Dünyanın en canlı kültür dergilerinden birisi olan Monocle her sayısında birilerine küçük, kısa sorular sorar, kısa yanıtlar alır; malum, kimselerin uzun işlerle uğraşacak vakti artık yok. Monocle'un soru sorduğu insanlar biz adlarını bilmesek de daima dünyada en yaratıcı, en ilginç işleri yapan, dünyanın en başarılı insanlarıdır. Geçenlerde bir sayısını dergi yükselen kentlere ayırmıştı. Verilen yanıtları dikkatle okudum. Biz şöyle veya böyle köpürtüp duruyoruz ama aralarında bir tek kişi kalkıp da İstanbul'u 'parlayan yıldız' diye tanımlamıyordu. Üstelik İstanbul yaşanası kentler arasında da yer almıyordu. Eğer oradan bakarsanız İstanbul sadece 'yok bir kent' değil aynı zamanda da yaşanması güç bir kenttir. Peki nedir İstanbul? Bugün İstanbul diye bir tek 'şey'den söz etmek olanaksız. Ben Sabancı Üniversitesi'nde hocayım. Her gün kentin Avrupa yakasından yola çıkıp en az 50 dakika bir yolculukla kampüse varıyorum. (Dönüşüm bir buçuk saati buluyor.) Ne beldeler, kasabalar, ilçeler geçtiğimi siz bana sorun. On yıl önce inin cinin top oynadığı yerler şimdi tıka basa dolmaya başladı. Bugün bir ucundan bir ucuna 50-60 kilometreden fazla mesafe olan bir şehirden bahsediyoruz. Dolayısıyla bir tek İstanbul'dan veya merkezden söz etmek olanaksız. Kısacası geniş, yaygın bir coğrafyadır artık İstanbul. İkincisi ve daha önemlisi bu kentin farklı bölgeleri birbirine bağlanmamıştır. Yerleşik bir tren, metro ağı olmadığı ve ulaşım sadece karayoluyla yapıldığı için şehrin ne bir bütünlüğü ne bir entegrasyonu ne de bir merkezi vardır. Şehir birbirinden kopuk, birbirine uzak, birbiriyle ilgisiz bölgeler ve mahallelerdir. O bakımdan İstanbul'da bir ortak kültürel dokudan da söz edilemez. Yani sadece coğrafya olarak değil kültürel coğrafya olarak da bir tek İstanbul yoktur. Üçüncüsü bu kültürel kopukluk iki ayrı uçtan besleniyor. Birincisi gitgide daha hızlanan ve sertleşen bir gettolaşma var. Bunu tetikleyen ana sebep göç ki, bu, İstanbul'un ana sorundur. Yılda yüzde 4 nüfus artışı ile bu kent sadece taşınmaz bir insan yükü üretmekle kalmıyor aynı zamanda birbirini dışlayan kültürel coğrafyalar da oluşturuyor. Siirtlilerin mahallesi Vanlılarınkine, Karslılarınki Trabzonlularınkine kapalı. Bu bir! Bunu görünce kentin 'eskileri' veya 'yerleşikleri' de kendilerini siteler, 'kent'ler, 'konak'lar kurarak dışarıya kapatıyor. Birbirini duymayan, anlamayan, tanımayan cemaatler oluşuyor. Bütün bunlara her yıl trafiğe çıkan araç sayısının yüzde 14 artığını ekleyelim. Ondan sonra düşünmeye başlayalım nasıl bir İstanbul'da yaşadığımızı. Doğa, insan ve İstanbul Yıllar önce yazdığım bir yazıda zaman zaman bir duygu uyandığını ve insanın 'bozulmuyor İstanbul'daki büyü, büyüyor' dediğini belirtiyordum. Bir yanıyla doğrudur; çünkü, Mithat Cemal'in lafıyla 'tabiatın yaptığı her şeyin ulvi, insanın yaptığı her şeyin süşi olduğu' bir kent burası. Aslında Osmanlı bağlamında bakılırsa bu haksız bir yargı. O dönemler İstanbul'daki dokunun gözetilmediğini söylemek olanaksız. Cumhuriyet hoyratlığı göç eden sermaye, küçük mülkiyet hırsı, büyük spekülasyon tutkusu İstanbul'u yalayıp geçince elimizde bugünkü enkaz kaldı. Peki ne yapalım? Vallahi, şu anda bu yazıyı yazdığım odamın 35 metre ötesinde bir gazino binası inşa ediliyor ve muhtemelen oradaki tüm ağaçlar kesilecek, önümüz kapanacak, gürültü patırtı cabası olarak yanımıza kar kalacak. O yüzden bana sorsalardı TimeOut İstanbul'a yanıtım çok kısa olurdu: İstanbul'a İstanbul ve kentlilik bilinci getirelim. Gerisi kendiliğinden hallolur. Ben oldum bittim zor problemleri çözmeyi, daha çok da kurmayı severim. Bundan daha zorunu bugüne kadar düşünebildiğimi hiç sanmıyorum! |