“Şehir Dediğin Ne Ola ki İnsandan Gayrı”
İnanlar İnşaat ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen “Gelecek İstanbul” yarışması sonuçlandı. Akademisyen kategorisinde birinci olan proje ekibinden MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi olan Erbatur Çavuşoğlu’yla kent gündemini kapsayan yarışma projesi hakkında konuştuk.
İnanlar İnşaat ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen “Gelecek İstanbul” yarışması sonuçlandı. Erbatur Çavuşoğlu, Julia Strutz, Tim Devos “Şehir dediğin ne ola ki insandan gayrı” ismini verdikleri projeleriyle akademisyen kategorisinde birinciliğe layık görüldüler. Proje ekibinden MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi olan Erbatur Çavuşoğlu’yla kent gündemini kapsayan yarışma projesi hakkında konuştuk.
Yarışmaya girmeye nasıl karar verdiniz? Açıkçası gündelik pratiklerimizde yarışma fikrinden çok hazzetmeyen, yarışmadan ziyade dayanışmaya inanan insanlarız. Ancak bu yarışmayı duyduğumuzda çok ilgimizi çekti. Çünkü İstanbul üzerine ilk defa bu ölçek ve derinlikte bir düşünme çağrısı yapılıyor ve bir yarışma düzenleniyordu. Genellikle kıyı, liman, park tasarımı ya da bir meydan düzenlemesi gibi konular yarışmaya açılırken İstanbul’un bütünü üzerine ve üstelik politik tahayyül yarışması olunca heyecanlandık ve yarışmaya katılmaya karar verdik. Daha sonra yarışmayla ilgili çeşitli spekülasyonlar da yapıldı. Bazı ekipler bu bir sermaye grubunun yarışması diyerek yarışmayı protesto etti, üniversitenin işbirliğini ayıpladılar ve girilmemesi çağrısında bulundular. Bu bize çok anlamlı bir tavır gibi gelmedi. Bizimki gibi alternatif düşüncelerin de bu yarışma içinde temsil edilmesi gerektiğini düşündük ve tam da bu vicdani sorumluluk nedeniyle girmemiz gerektiğine karar verdik. Ödül almayı da düşünmemiştik doğrusu. Bunun yanı sıra jüri de çok ikna ediciydi. Son derece saygın isimlerden oluşan bir jüri olunca yarışma bizim için daha da anlamlı bir hale geldi. Kısaca özetlemek gerekirse nasıl bir konsept üzerine kurguladınız projenizi? İstanbul özellikle son dönemlerde üzerine düşünülmeden, planlama yapılmadan, hatta planlar yok sayılarak doğrudan uygulamalarla yönetilen bir şehre dönüştü. Sürekli inşaat ve kalkınma mantığıyla dönüştürülen ve yaşayanların önemsenmediği devasa bir şantiye şehir. Biz zaten yıllardan beri İstanbul üzerine çeşitli vesilelerle çalışan, yazan, çizen, düşünen ve dersler veren insanlarız. Dolayısıyla yarışma tüm bu çalışmalarımızı, tahayyüllerimizi birleştirebileceğimiz bir imkan sundu. İnsan odaklı bir İstanbul tahayyülü kursak ve bunun anlatımı yapsak, onun dışındaki diğer paradigmaları bir kenara bırakırsak nasıl bir İstanbul düşünürdük diye başladık işe. Bu da şuradan geliyordu; 1992 senesinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne öğrenci olarak girdiğimde Erol Tümertekin Hoca ile tanışmıştım. İlk derste Sheakspeare’den alıntılayarak “Şehir dediğin ne ola ki insandan gayrı” deyince, lisede coğrafyayı dere, dağ, ova isimleri ezberlemekten ibaret öğrenen ve nefret eden bir öğrenci olarak şaşırmıştım. Bu söz hiç aklımdan çıkmadı. Geçen sene Erol Hoca’yı kaybettikten sonra bu sözün yaşamasını çok istedik. Projemize başlık olarak çok yakıştı, bundan da ayrı mutluluk duyduk. Projenin içeriğine ilişkin bilgi verebilir misiniz? Yarışmanın çağrı metninde, İstanbul’un geleceği nasıl olmalıdır, diye soruluyordu. Bir politik tahayyül aranıyordu ama orada da belli kabuller üzerinden gidiyordu. İstanbul’un gelecekte yeni küresel şehirlerden biri olacağı ya da olması gerektiği ama kötü yönetildiği, kötü planlandığı ve böyle bir küresel kentin mümkün olamayacağı söyleniyordu. Biz tam da bu noktadan başladık: İstanbul küresel bir şehir mi diye sorduk. Cevabını da küresel akışlar üzerinden yapmaya çalıştık. İnsan, mal, sermaye, bilgi, düşünce, imaj, kültür, teknoloji gibi bazı temel küresel akışları inceledik. Bu akışların her biri açısından İstanbul’un dünyaya ne sunduğuna ve dünyadan ne aldığına baktığımız zaman şunu gördük; İstanbul hemen hemen hiçbir açıdan üretici değil ve çok kısıtlı bir tüketici. Son derece kısıtlı mallar, hizmetler, ideolojileri, kültürler üretip dünyaya gönderebiliyor; dünyada üretilenlerin de çok az bir kısmını alabiliyor, üstelik bunları da eşit paylaştıramıyor. Aslında İstanbul küresel bir kent diyenler de İstanbul’un sadece yüzde beşinin küresel standartta yaşadığının farkındalar. Biz bu küresellik yanılsamasını verilerle ortaya koyduk. Mesela dünya küresel kent diye kabul gören yerlere baktığımız zaman orada başka ülkelerden gelen nüfus yüzde 50’nin üzerinde, İstanbul’da bu yüzde 2-3 düzeyinde. Bu açıdan olsa olsa İstanbul kocaman bir yerel kozmopolit kent diyebiliriz. İstanbullular açısından baktığımızda ise kentlilerin büyük bölümü için Taksim’e gitmek bile meseleyken yurtdışına çıkabilen ve küresel insan akışlarına katılabilenlerin oranı son derece düşük kalıyor. Gördük ki İstanbul aslında çok kendi içine kapalı bir şehir ve küresel kent özelliklerine sahip değil. Dünyada birçok kent de küresel kent olmak, ya da kentler arası yarışta öne çıkmak, tercih edilmek için daha yaşanabilir ve insani niteliklerini çoğaltamaya çabalıyor. Yaşanabilir bir kent olmak, zaten küresel bir kent olmayı da çağırıyor. İstanbul’u eğer yaşanabilir bir kent olarak tasarlarsak, küreselleşmesini isteyen insanların istediği birçok şey de zaten gerçekleşecek. O yüzden biz küresellik değil yaşanabilirlik üzerinden giden bir yaklaşım geliştirdik. 1996’da İstanbul’da yapılan Habitat II’de önemli üç kavram (yapabilir kılma, yönetişim ve kent bağlılığı) vardı, bu unutulan ya da yozlaştırılan mirası aldık. Bu kavramları daha güncel bir kavram olan kent hakkıyla birleştirdik. Dünyadaki yerel yönetim deneyimlerini ve kentsel politikaları inceledik. Söz gelimi bir kent kamusal alanlar bağlamında yaşayanlarına müthiş imkanlar sunarken, bir başka kent tamamen yerel politikaların ve bütçenin demokratik belirlenmesi üzerinden yaşanabilir imkanlar sunuyordu. Bir başkası toplu taşıma politikaları ile öne çıkarken bir diğeri erişilebilirlik, ucuzluk, huzur ve güven gibi duyguları okşayarak farklılaşmaya çalışıyordu. Dünyadaki bu iyi örneklerin İstanbul’da da uygulanmaması için hiçbir sebep yok aslında. Sadece insan öncelikli bir bakışa ihtiyaç var. Önerilerimizi de bu yaklaşımda temellendirdik. Projeniz bahsettiğiniz sorunlara nasıl çözümler getiriyor? Altı ayağı olan somut politika önerisi yaptık. İlk olarak İstanbul’a mekansal gelişme stratejileri açısından baktık. Yani İstanbul’un coğrafyası ve kentsel gelişme modeli çok bellidir. Şimdi baktığımız bu son dönemde hem coğrafyayı değiştiren çılgın projeler üretilmeye başlandı hem de kuzeye doğru, ekolojik eşiklere doğru bir sürü yatırım ve proje önerilmeye başladı. Bir kere biz buna dur demek zorundayız diyerek, bu ekolojik eşikleri ön plana alan ve kırmızı çizgiler çizen mekansal gelişme stratejisi önerdik. Bunun dışında afet riskini çok önemli bir gerçeklik olarak ele aldık. Afet riskine yönelik çözüm denemeleri bugün tamamen inşaat odaklı bir ele alışa sahip. Bu modeller insanı görmezden gelen bir ele alışın ürünü. Biz insan öncelikli bir afet riski nasıl kurgulanabilir diye bir model geliştirdik. İnsanları yerinden etmeyen, borçlandırmayan, dayanışma ilişkileriyle, adil bölüşerek, katılımcı süreçlerle nasıl daha yaşanabilir bir kent yapılabilir bunun modelini kurmaya çalıştık. Bir başka somut proje ayağı, kent rantının kamuya aktarımı ve şeffaflaştırılmasıydı. Onu da rakamlarla analizlerle ortaya koyduk. Bugün Avrupa’nın en büyük en yüksek binaları burada diye övünen bir tahayyüle sahibiz. Bu binaların ne kadar ekstra kazanca karşılık geldiğini hesapladık ve inanılmaz rakamlar ortaya çıktı. Mesela ayrıcalıklı bir imar izniyle yapılan bir binanın aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin üçte biri kadar bir ekonomik getiriye sahip olabildiğini gördük. Bu tür inşaat yatırımları ile elde edilen rantın belirli bir kısmını aktararak bile Sulukule, Tarlabaşı, Fener Balat gibi alanları yenilemenin ve bu maliyeti topluma yüklememenin çok mümkün olabileceğini gösterdik. Sanırım bu tür somut ölçümler ve alternatif geliştirirken kaynağını ve fizibilitesini ortay koymak çok ikna edici oldu. Bir başka müdahale önerisi İstanbul’da hemen hemen hiç kullanılamayan ya da kötü kullanılan kamusal alanların kullanımına ilişkindi. Sadece park ve meydan üzerinden düşünmedik, ki zaten bunlar çok az ama onun dışında kıyılar ve ormanlar da çok kötü kullanılıyor. Ne kuzey ormanları ne İstanbul’u çepeçevre saran kıyılar etkin kullanılıyor. Çünkü buralara erişilebilirlik çok kısıtlıdır. Projenin bu alanların doğallığı yok edilmeden nasıl kullanılabilir diye düşünen bir somut ayağı vardı. Tüm bunların ulaşılabilir olması için de ücretsiz toplu ulaşım diye bir modelden bahsettik. Bu ilk başta çok ütopik geliyor kulağa ama İstanbul’daki ulaşım maliyetleri zaten belli orandan sübvanse edildiği düşünülürse neden yüzde 100’ü sübvanse edilmesin ki diye düşündük. Hepimiz bu hikayelerle büyüdük, İstanbul’da denizi görmeden yaşayan çocuklar var ya da bir kıyıdan karşı kıyıya akrabalarını ziyaret etmek için insanlar bayram günlerini bekliyorlar. Ulaşım giderleri kimi hanelerin gelirlerinin üçte birine karşılık geliyor. Bu maliyetlerden kaçmak için insanlar yürümeyi seçiyorlar ya da bu imkanlardan mahrum kalıp, eve hapis oluyorlar. Tamamen sübvanse edilen bir toplu ulaşım bir sürü insanı mobilize edecek ve onları kente tutunabilir kılacak. Yeni kültür, eğitim, sağlık, iş olanakları için kentin tamamı kullanılabilir hale gelecek. Bu durumda elbette yolculuk talebi artacak. Ancak bireysel ulaşımın gerektirdiği yol, araç ve yakıt maliyeti, yeni köprü ve yol inşa etme gereksinimi ortadan kalkacak. Toplu ulaşım ile trafik sorunu çözülürken çok daha ekolojik bir ulaşım sistemi kurulabileceğini ortaya koyduk. |