b>İstanbul'un su havzalarında yıllardır süregelen çok başlı yönetim, yapılaşmanın artmasında çok önemli bir rol oynuyor. Su havzaları üzerindeki yetki ve rant savaşları sonucu artan inşaatlar nedeniyle kendi ihtiyacını karşılayamayan İstanbul'a artık Dalaman ve Istranca Dağları'ndan su getiriliyor. Bu durum başta Düzce Ovası olmak üzere birçok verimli toprak arazisinin susuz kalmasına ve ekolojik dengenin bozulmasına neden oluyor.
Kentin su ihtiyacını karşılayan içme suyu havzalarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İSKİ, Çevre ve Orman Bakanlığı ile Maden Teknik Arama Genel Müdürlüğü'nden ilgili birçok bakanlığa kadar çok sayıda kurum söz sahibi. Yetki karmaşasının havzalardaki yapılaşma açısından olumsuz gelişmelere yol açtığını söyleyen Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Eyüp Muhcu, bu durumun sona ermesi gerektiğinin altını çizdi. Muhcu, Ömerli Havzası'nda Suudi Arabistan kökenli Tanmiyat Şirketi ile Aslan Şirketler Grubu'nun yapmayı planladığı organize sanayi bölgesine izin veren Çevre ve Orman Bakanlığı ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin dava açmasını samimi bulmadıklarını söyledi.
İSKİ ve Büyükşehir Belediyesi'nin yaptığı yasal düzenlemelerin havzayı yapılaşmaya yol açtığını ifade eden Muhcu, ''Bakanlığın iznini verdiği organize sanayi bölgesine itiraz etmekte haklılar. İptal edilmesi gerekir. Ancak kendileri, benzer bir şeyi yapmalarına izin verecek bir plan hazırlıyorlar. Havzada olmaması gereken fonksiyonlara olanak sağlıyor. Bir taraftan bakanlığın yanlışına karşı çıkarken kendi yanlışlarını düzeltmiyorlar'' dedi.
Bu itirazın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin benzeri yatırımlar konusunda söz sahibi olmak istemesinden kaynaklandığını dile getiren Muhcu, kendi yanlışlarına karşı da aynı tutumu takındıklarında onları destekleyeceklerini, açtıkları davalara müdahil de olabileceklerini kaydetti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin hazırladığı 1/100 bin ölçekli çevre düzeni planının su toplama havzalarını tehdit eden maddeler barındırdığını vurgulayan Muhcu, ''2B alanları, 1/100 bin çevre düzeni planında belirlenmiş. Adeta 2B yasanının çıkarılmasına bağlı olarak birtakım haklar verilmesini çağrıştıran bir yaklaşım söz konusu. Havzanın gelecekte büyük bir tahribatla karşı karşıya kalabileceğini görüyoruz. Havza hukukunu oluşturan İSKİ yönetmeliği de, büyükşehirin çevre düzeni planı da, Çevre ve Orman Bakanlığı'nın su kirliliği ile ilgili yönetmeliği de havzaları imara açar nitelikte'' diye konuştu.
Bölge şantiyeye döndü
Eyüp Muhcu, özellikle İSKİ'nin çıkardığı ve odanın dava açarak iptal ettirdiği 3 yönetmelik sayesinde havzalarda birçok villa ve konut kompleksinin yükseldiğini vurguladı. Ömerli'de inşa edilen Kasaba Evleri, Büyükçekmece'deki Alarko'ya ait evlerin bu yönetmelikler ile yapıldığını anımsatan Muhcu, şu an Akfırat ve Tepeören bölgesinde bunlara benzer kompleksler için çok sayıda planın onaylandığını savundu.
Ömerli Havzası'nın uzak mesafeli koruma alanı, dere mutlak koruma alanı içinde kalan F1 pistinin Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın onayı ile yapıldığını dile getiren Muhcu, pist yüzünden bölgenin şantiyeye döndüğünü söyledi. F1 pisti çevresindeki tarım arazilerinin, ağaçlandırılacak alanların inşaat için parseller halinde pazarlandığını anlatan Muhcu, ''2 yıl önce bu arazilerin metrekare bedelleri 15-20 YTL iken bugün 300-400 YTL civarında. Yoğun yapılaşma olmakla birlikle yeni yapılaşma beklentileri de var. Alım satımlar arttı. Emlak pazarlama ofisleri arttı. Birçok yatırımcı kuruluşun villa kompleksleri inşaatı sürüyor. Orta koruma mesafesinde yüzde 30 yoğunluklu yapılaşmalar söz konusu. Bunların hepsi benimsemediğimiz İSKİ yönetmeliğine de, yetersiz bulduğumuz diğer yasa ve yönetmeliklere de aykırı'' diye konuştu.
'Ranta mafya hâkim'
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Eyüp Muhcu, Ömerli'nin yakında içme suyu havzası özelliğini kaybedeceğine dikkat çekerek, şimdiden kentin ihtiyacını karşılayabilmek için doğuda Dalaman'dan, batıda ise Kırklareli'nden su getirilmeye başlandığını kaydetti.
TEM otoyolunun yapılmasından sonra kuzeydeki su havzalarının, orman alanlarının ilgi çekmeye başladığını ifade eden Muhcu, 1999 depreminden sonra da bu alanların bazı çevrelerce yeni yerleşim alanları olarak işaret edildiğini söyledi. Bu sürecin sonunda bütün gözlerin havzalara döndüğünü dile getiren Muhcu, ''Yapılaşmalar sonucunda içme suyunu bu havzalar karşılayamaz hale geldi. Bu durum İstanbul'un yanı sıra çevre illere de zarar veriyor. Türkiye'nin tarım potansiyeli ortadan kalkmaya başladı'' diye konuştu. Muhcu, geçmişte su havzalarına kaçak olarak yoksul insanların gecekondu, orman köylülerinin de barakalar inşa ettiğini anımsatarak, bugün aynı yerlerde villaların yükseldiğini söyledi. 1990'ların ortasında politik ve mafyatik grupların bölgede hâkim olmaya başladığını ifade eden Muhcu, ''Kamu denetimi hemen hemen devre dışı kaldı. Kimi devletin kurumları tarafından bu grupların korunduğu da oldu. Bu süreç içinde yoksulların, orman köylülerinin yaptığı yapıların yerini pahalı, lüks villalar aldı. Bugün bu süreç artık zirveye ulaştı'' dedi.
Varsıl gettoları oluştu
Muhcu, İstanbul'un trafiğinden, kaosundan uzak olma isteğinin de havzalardaki yapılaşmayı beslediğini ifade etti. Havzaların içinde ''varsıl gettoları'' oluşmaya başladığını söyleyen Muhcu, şöyle devam etti:
''Havzalar, yeni ve ayrıcalıklı yaşam alanları diye pazarlanıyorlar. İmar hakları olmadığı halde ayrıcalıklı olarak bu hakkı almışlar. Yaşayanlar için de gelecekte büyük sorunlar yaratacak bu durum. Kentten, çevreden yalıtılmış bir yaşam sorunlu bir yaşamdır. Ayrıcalıklı alanların varsıllara tahsis edilmesi ciddi sosyal sorunlar yaratacak. Kent, yaşadığı birçok soruna, kaosa karşın insanların bir araya geldiği buluşma alanıdır. Giderek bu alanlar daralıyor. Çeşitli sosyal tabakalardan insanların bir arada olabileceği alanlar yok oluyor. Bir kast sistemi oluşuyor adeta. Karmaşayı, sosyal depremi davet eden bir yaşam tarzı sürüyor.
Ayrıcalıklı yaşamdan yararlananları da iyi bir gelecek beklemiyor. Farklı sosyal tabakaların arasındaki uçururum giderek artması ve bunun kentsel mekânlara yansıması, gelecekte büyük bir sosyal depremi tetikliyor. Bu depremden hem varsıllar hem yoksullar payına düşeni alacak. Ayrıcalıklı yaşam alanlarına sığınarak bu depremden kurtulmak mümkün değil. Yeni yerleşim alanlarında egemen anlayışa göre her şey ranta dayalı. Bu rant anlayışı dolayısıyla ayrıcalıklı yaşam adalarında bireyler kendilerini oraya mahkûm ediyorlar. Kentin tüm değerleri rantiye olarak görülüyor. Halbuki kentin planlanması, yerleşim alanlarının, fonksiyonel alanların belirlenmesinde insan ve kent odaklı bir yaklaşım olsa bu tür sorunlar yaşanmaz. Bugünkü yerel ve merkezi iktidarın kente giydirmek istediği bir ideoloji var. Ayrıcalıklı yaşam alanlarının belirlenmesinin ardında bir politika olduğunu da görüyoruz. Egemen olan ideolojiyi benimseyen ya da bu ideolojiye biat etmiş yurttaşlar buralarda yaşıyor. Ayrıcalıklı yaşam adalarında yaşayanların sadece varsıl olması yetmiyor, egemen ideoloji ile barışık olması da gerekiyor.''
|