Şirketler Karbon Vergisi ile...
Düşük Karbon Salınımı için...
Antalya'nın Karbon Ayak İzi Çıkarılıyor
Çevreci Bir Büyüme Modeli Mümkün mü?
Bugün Enerji Verimliliği için Ne Yaptın?
İklim Politikalarının Entegrasyonu...
3 Bankaya 201 Milyon Dolar...
"Karsız Bir İş Düşünemeyiz,...
Yeni Anayasa 'Ekolojik' de Olmalı
Düşük Karbon Ekonomisi
“Bütün dünya çevre bilincini, güvenlik ilkelerini, sürdürülebilirlik ilkelerini göz ardı edemeyecek ve hattâ bunları yaşam felsefesinin tam merkezine koyacak kişilere iş dünyasını emanet etmeye karar vermiş durumda.”
Pramex International Türkiye Temsilcisi Dr. Rıza Kadılar ile karbon ekonomisini konuştuk. Düşük karbon ekonomisinin tanımı nedir? Aktörleri kimdir? Düşük karbon ekonomisi ilk nerede nasıl konuşulmaya başladı? Orta vadede dünyamızın büyük bir sorunla karşı karşıya olduğu söylemi aslında 1992 yılında ilk kez uluslararası bir platformda sistemli bir şekilde dile getirilmiş ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Meclisi’nin (UNFCCC) kuruluşu ile yapılanmıştır. Karbon gazları adını verdiğimiz altı değişik gaz çeşidinin atmosferde yoğunluğunun artmasının bir sera etkisi yaptığı bilimsel olarak laboratuvar ortamında ispat edilince ve özellikle de son yüz yılda bu gazların yoğunluğunun çok arttığı saptanınca bu tehdide karşı küresel bir kararlılıkla durulmasına karar verilmiştir. 1997 tarihli Kyoto protokolü bu konuda bir küresel mekanizma oluşturmayı amaçlamıştır. Sonrasında da özellikle Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti Lord Nicholas Stern tarafından İngiliz hükümeti için 2006 yılında hazırlanan Stern Raporu dünyanın karbon salımında ciddi bir azaltmaya gitmemesi durumunda atmosfer sıcaklığının 2100 yılı civarında iki derece artarak sellerin, aşırı hava koşullarının ve deniz düzeylerinde yükselmelerin görüleceğine ilişkin uyarıda bulunmasıyla konu medyanın da gündemine oturmuştu. Sera gazlarının en önemlisi olan karbon, bu sürece de temsili olarak adını vermiş ve küresel bir düşük karbon ekonomisine geçiş süreci başlamıştır. Bu sürecin de en önemli alt başlıklarını fosil yakıtlara bağımlı olmayan bir yaşam tarzını hedefleyen teknolojik atılımlar oluşturmaktadır. Alternatif enerji kaynağı arayışlarından, enerji verimliliğine, her türlü üretim ve tüketim sürecinde doğal ayak izinin azaltılmasını hedefleyen süreçlerden orman ve tarım sektöründe iyileştirmelere kadar giden çok kapsamlı bir yaşam tarzı değişikliği amaçlanmaktadır. Üretim faktörlerinde karbon ayak izini hesaplayıp bunu bir maliyet unsuru olarak tanımlayarak süreçlerde düşük karbon izine geçişi destekleyen bir mekanizma geliştirilmiş, bu anlamda ise örnek olarak AB’de 11 bin üretim tesisine ölçüm zorunluluğu getirilmiş ve belirlenen kotalarla bütün bu tesislerin yıllık karbon salımına sınır getirilirken de karbonun bir girdi olarak fiyatının piyasalar tarafından arz-talep dengeler ile belirlenebilmesi için karbon piyasaları kurulmuştur. Bunların en büyüğü AB’de yer alan ETS olmakla beraber günümüzde ABD, Çin, Avustralya gibi birçok ülkede işleyen karbon piyasaları oluşmuştur, hattâ Japonya, Kore, Brezilya gibi ülkeler de bu konuda hızla yol almaktadır. Düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde sanırım en çarpıcı haber geçtiğimiz haftalarda ABD’nin geçtiğimiz yıl içinde karbon salımını 1994 düzeyine geri getirdiğini açıklamasıydı (1). Bu sürecin uluslararası platformlarda, hep dışında hattâ karşısında kaldığı gözlemlenen ABD’nin bile kararlılığı sanırım işin gerçeklik boyutunu ve ciddiyetini ortaya koyan en önemli gelişmeydi. Yani nasıl taş bitti diye taş devri bitmediyse, petrole dayalı yaşam tarzı da petrolün bitmesini beklemeden sona erecek gibi görünmektedir. Elbette 1992’deki ve devam eden yıllardaki zirvelerde gelişmiş OECD ülkeleri arasında yer alan ve sonrasında salım azaltımı yükümlülüğü ile karşı karşıya olan ülkemiz bütün bu uluslararası süreçlerin bilinçli olarak dışında kalmıştır. Bu yüzden yıllık cirosu 150 milyar doları bulan karbon piyasalarının dışında kalmış, Kyoto mekanizmaları ile Çin, Hindistan gibi ülkelere her yıl akan milyarlarca dolardan da payını alamamıştır. Dünyada karbon ekonomisinde hangi iş kolları, sektörler öne çıkıyor? Ya da gerçek anlamda ekonomik süreklilik ya da sürdürülebilirlik anlamında aslında hangi sektörlerin bu yaklaşıma sahip olması gerekiyor? Küresel iklim değişikliği tartışmaları sonucunda dünyanın çevre dostu düşük karbonlu bir yaşam tarzına geçmesi ve bununla birlikte enerji verimliliğine ve yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen önemin artması önce enerji sektöründe, daha sonra ise ilgili bütün alanlarda yepyeni bakış açılarını ve öncelikleri beraberinde getirdi. Özellikle enerji sektöründe “yeşil yakalılar” olarak adlandırdığımız bir profil ön plana çıktı. 2010 yılında hem dünyada hem de ülkemizde yapılan yeni enerji yatırımlarında artık yenilenebilir enerji konvansiyonel enerjinin önüne geçmiş durumda. Bu Amerika, AB ve Çin’de de böyle. Sektörün yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji üretimine yönelişi ile birlikte, geleneksel iş pozisyonlarının yanısıra teknik anlamda yeni uzmanlık alanları (jeotermal, rüzgâr enerjisi teknolojileri gibi) ve hattâ yeni iş pozisyonları ortaya çıkmaya başladı. Örnek olarak yenilenebilir enerji danışmanı/uzmanı, yenilenebilir enerji mühendisi, enerji verimliliği kontrolörü, rüzgâr enerjisi uzmanı, yenilenebilir enerji hukuku uzmanı/danışmanı gibi pozisyonları gösterebiliriz. Elbette bunun beraberinde her ürünün bir karbon sertifikasyonuna tabii olması, önde gelen şirketlerin karbon ayak izlerini “global combat (küresel savaş)” ya da “carbon disclosure project (karbon bildirim projesi)” gibi belli standartlar çerçevesinde hesaplayıp açıklıyor olması ve tedarik zincirinde yer alan başka firmalardan da aynı beklenti içine girmesi yaşamımızın her aşamasında bu süreç ile bizi karşı karşıya bırakıyor. Özellikle de enerji verimliliği anlamında kimya ve materyal/madde biliminin tekrar ön plana çıktığı, çevre dostu akıllı binalar kavramı ile de mimarinin, inşaat mühendisliğinin, tasarım ve teknolojik gelişimin yeniden tanımlandığı bir süreç içindeyiz. Belki de hepsinden önemlisi, iş hayatında mevkii ne olursa olsun bütün çalışanlarda “yeşil yakalılar” olarak adlandırabileceğimiz bir tutum ve yaklaşım değişimi artık bir zorunluluk halini aldı. Buna paralel olarak başta üst yönetim ve insan kaynakları olmak üzere bu kavramları içselleştirmiş bireylerin ön plana çıkacağı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Bugün tartışılan sürdürülebilirlik, çevre dostu yaşam, çevre dostu yapım, çevre dostu üretim ve tüketim konuları karbon ekonomisi ile nasıl bir ilişki içinde, ne kadar doğrudan ne kadar dolaylı? Daha önce de belirttiğim üzere tümüyle iç içe geçmiş kavramlar. Rekabetin artık ekolojik inovasyon üzerinden olduğu, girişimcilikte bile ekolojik girişimcilik gibi kavramların ön plana çıktığı bir dönem var karşımızda. Özellikle Çin bugün hem üretim hem de yapım faaliyeti açısından bir hayli gündemde; özellikle ilk eko kentlerin, güneş tarlalarının/yenilenebilir enerji deneyiminin, sürdürülebilir ulaşım politikalarının deneyimlenmek için labarotuvar ortamının yaratıldığı yer olarak biliyoruz (ne kadar gerçekleşiyor, ne kadar uygulanıp sonuçlandırılıyor pek emin değiliz) Siz de sanırım ÇİTAM dolayısıyla aslında bu gelişmelerin karbon piyasalarına ve karbon ekonomisine etkisini değerlendirebilecek yakınlıktasınız. Çin bize bu bağlamda ne söylüyor, dünyada bu konunun geleceğine ilişkin hangi ülkeler nasıl bir vizyon ve aksiyon içinde? Çin hakkında maalesef tam olarak gerçek bilgiye ulaşma konusunda ciddi kaygılarımız var. Bize ulaşan bilgiler de zaten üçüncü bir ülke üzerinden oluyor. Özellikle Anglo-Sakson kaynaklar bu konuda aracılık ediyorlar. Ancak Çin’in her anlamda önemi artık yadsınamaz bir boyut kazandı. Yani Türkiye’nin Çin’i iyi tanıması, özgün araştırmalarla gerçekleri anlaması ve bu bilgiyi en doğru şekilde değerlendirmesi gerektiği inancı ile ÇİTAM’ın (China Institute Turkey) kuruluşu üzerine gayret sarf ediyoruz. Bildiğiniz üzere Çin 2011 yılında dünyada yenilenebilir enerji yatırımlarında ilk sırada yer aldığını açıkladı, ardından da altı ayrı şehirde karbon borsası kurup hayata geçirdi. Hem de belli bir strateji çerçevesinde bu altı borsanın da karakterleri birbirinden farklı; ulusal bir pazar yerine bölgesel özellikleri ön plana çıkan pazarlar. Mesela birkaçında sanayi ön plandayken, diğerlerinde tarım, enerji gibi sektörler ağırlık kazanıyor. Karbon salımında da bir azaltma yükümlülüğü almamakla beraber ekonomisinin bu konuda kararlı olduğunu ifade ediyorlar. Tabii somut olarak gözlemlediğimiz bazı sonuçlar da var karşımızda. Mesela güneş enerjisi konusunda AB’nin verdiği teşvikler ve teknolojik atılımı sonucu bu teknolojinin özellikle Alman üreticilerinin elinde olacağı beklenirken şimdi görüyoruz ki bu konuda Çinli üreticiler hem maliyet hem de teknolojik olarak liderliği ele geçiriyorlar. Benzer bir şekilde ulaşım konusunda Çin artık batı dünyası ile teknolojik olarak baş edebileceğini iddia ediyor, en azından akıllı politikalarla ortak teknoloji gelişimine imza atabiliyor. Elbette Çin için bu düşük karbon ekonomisinin çok farklı bir boyutu daha var: Onlar için günlük yaşamlarında hâlâ temelde ciddi bir çevresel tehdit var. Biz ülkemizde biraz çevre bilinci, biraz da geç de olsa gelen modern şehircilik sayesinde kendi yaşam süremizde giderek iyileşen bir çevre ortamında ekonomik bir gelişim yaşarken, bizim yaşlarımızda bir Çinli için durum böyle değil. Ekonomik gelişim uğruna havasını soluyamadıkları, nehirlerinin kuruduğu, denizlerinin zehirlendiği bir çevrede yaşıyorlar ve bu artık politik anlamda da Çin’de çok önem kazanan bir sorun olmaya başlıyor. Dünya daha kaliteli yaşasın diye, dünyanın bir üretim merkezi olmak ve bunun için de yaşam alanlarının ve doğasının katledildiğine sessiz tanık olmak istemiyor Çin halkı ve yönetimi. Bu bağlamda onlar için de sürdürülebilirlik anlamında düşük karbon ekonomisi çok öncelikli bir yer tutuyor. Bunun Türkiye’deki algısı, yansıması nasıl? Geleceği nasıl olur? Bu bağlamda yapı sektörüne ve mimarlığa düşen pay ne olur; ya da beklenti ne olabilir? Yenilenebilir enerjinin ülkede kullanımının artışı, devlet teşviki ve desteği bu dengeleri nasıl etkiler? Ekonomik gelişiminin özellikle 90’lı yıllardan sonra ivme kazanmış olduğu ülkemizin, bahsettiğim nedenlerle bu konudaki bazı süreçlerin dışında kalmış olması tabii ki anlaşılır olmakla beraber yakın gelecekte artık bu konuda yaltılmış bir politika izleyemeyeceğimiz aşikâr. Avrupa’da artık her evin bir enerji kimlik kartı olduğu düşünülürse, nasıl bir buzdolabında bu renkli etiketlere alıştaysak, çok yakın bir gelecekte ülkemizde de bir ev kiralarken ya da satın alırken enerji verimliğine de önemli bir faktör olarak bakacağımız ortada. Aynı şekilde tedarik zinciri üzerindeki baskılardan dolayı 300 milyar dolar dış ticaretten bahsettiğimiz bir ülkede neredeyse bütün sektörlerin bu süreçten etkilendiği de bir gerçek... Öte yandan 30 milyon turist hedefleri olan ülkemizin bu turistlerin etkileşim içinde olacakları bütün sektörleri ile yeşil yakalı bir çalışan ve sürdürülebilirlik anlamında geçer not alan turistik tesislerden, spor tesislerine, konutlardan ulaşım sistemlerine sahip olması gerektiği de ortada... Ancak bu konuda devlet teşviği ve desteğinin nasıl şekilleneceğini ön görmek çok kolay değil. Sanırım devletin doğru standartları ve yasal düzenlemeleri yaptıktan sonra uluslararası teamüller çerçevesinde özellikle bu yönde teknolojik gelişimi destekleyecek politikalar izlemesi orta ve uzun vadede hem ekonomimiz hem de vatandaşlarımızın yaşam kalitesi açısından en doğru çözüm olacaktır.
|