Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden
Yrd. Doç. Dr. Ali Ekber Doğan'ın,önümüzdeki hafta sonu yapılacak yerel seçimler
öncesinde Türkiye'de belediyeciliğin tarihsel gelişimi, güncel yerel
politikalar, sonuçları ve alternatifler üzerine yazdıklarını paylaşıyoruz.
Yerel yönetimler 1980'den sonra güçlendi: Belediyelere imar planı yapma
yetkisi veren düzenlemeler, büyükşehir belediyesi türünden yapılanmalara
gidilmesi, 1983-87 arasında yoğun biçimde çıkartılan imar affı yasaları,
belediyelere genel bütçe vergi gelirlerinden pay verilmesi uygulaması, kentli
nüfus oranının hızlı artışı, merkezi yönetimlerin yatırımlardaki ağırlığının
özelleştirme uygulamalarıyla azalması başta olmak üzere 1980'li yıllarda gündeme
gelen çok sayıda düzenleme ve gelişme belediyelerin önemini ciddi biçimde
yükseltti.
O tarihlerden bugüne gelen süreci belediyecilik pratiklerinin ekonomi-politik
açıdan anlamı üzerinden değerlendirmek doğru olur. Bunu yaparken, onların
dünyada (daha doğrusu Batı dünyasında) egemen olan mekansal gelişme eğilimleri
ve yerel yönetim anlayışlarıyla ilişkilerini de kurmak gerekiyor. 1989-1994
arasındaki SHP kesintisini saymazsak, Özal'ın ANAP'ının yerel seçimleri büyük
farkla kazandığı 1984'ten bugüne Türkiye belediyeciliğine, iktisadi liberalizmle
siyasal-sosyal muhafazakarlığı birleştiren yeni sağcı anlayışın damgasını
vurduğunu söylemek mümkündür.
Karayalçın, Dalan, Erdoğan...: Bedrettin Dalan büyük sermayenin kentsel alana
yönelmesine uyarlı, yoksulların gecekondularını yıkıp, varsılların kaçak
villalarına göz yuman, alt ve orta sınıfları önceki dönemlere göre kentsel rant
paylaşımından dışlayan bir belediyeciliğin öncüsüydü. SHP'lilerin 1989'daki
yerel seçim başarısı da -başka şeylerin yanında- önemli ölçüde andığım
kesimlerin bu duruma itirazından beslenmişti. Murat Karayalçın ise
“projeciliğiyle”, belediye işlerini çok sayıda şirket kurarak yönetme geleneğini
başlatmasıyla anılır.
Tayyip Erdoğan ise İstanbul'da alt ve orta sınıfların rantlardan pay talebine
kent çeperlerinde yanıt üretirken, parti ve cemaat örgütleriyle kurduğu yaygın
ilişki ağları ve İslamcı söylemle yürüttüğü yoksula yardım faaliyetiyle kentin
kaybedenlerini kendisine eklemleyen, bunları yaparken belediyeyi hizmet
şirketine dönüştüren özelleştirmeci, piyasacı uygulamalara imza atan bir
belediye başkanıydı. Madem belediyeciliğin yakın dönemine damgasını vuran
isimlerden konuşuyoruz, anılan üç isme ben de RP'nin simgeleşmiş Konya belediye
başkanı Halil Ürün'le, Ankara ve Adana için birer fenomen haline gelmiş olan
Melih Gökçek ve Aytaç Durak'ı da eklemek isterim.
Kişiler ve yerel yönetimler: Yukarıda andığımız bütün isimler özellikle de
Tayyip Erdoğan belediye başkanlığında bir biçimde kazandığı karizma ve gücü
ulusal siyasete tahvil eden kişilerdi. Belediyeler 1980 veya 1984 öncesinde daha
ziyade esnaflar, tüccarlar, yap-satçı müteahhitler, işçi ve memurlar,
emeklilerin ilgi alanında yer alan ve sosyal boyutları ön planda olan
kurumlardı.
Her ne kadar, Vedat Dalokay, Erol Köse, Ahmet İsvan gibi kimi başkanlar
1970'lerde belediyeciliği politikleştirerek isimlerini duyurmuş olsalar da
belediyeler bugünkü güç ve olanaklarının çok gerisinde olduklarından başkanlar
bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyip, ulusal ölçekte silinebiliyorlardı.
1980'lerden itibaren belediyelere aktarılan kaynakların ciddi biçimde
artması, imar yetkileriyle donatılması, büyük sermayenin lüks sitelerle,
plazalarla, alışveriş merkezleriyle, eğitim ve sağlık alanındaki yatırımlarla
kentsel tüketim ve rant alanlarına yönelmesi ve büyükşehir yapılanmasının
getirdiği ek yetki ve gelirler, bir yandan özellikle büyükşehir belediyeleriyle
kentsel siyasetin ve yanı sıra belediye başkanlarının önemini de ciddi biçimde
yükseltti.
Bir yandan da belediyeciliğin ekonomik boyutlarını ön plana çıkarttı. Bütün
bu etkenler sonucunda belediye başkanları hem yerel halkın iş, aş, barınma
gereksinmelerinin karşılanmasında, hem de yerel sermaye çevrelerinin yatırım ve
kaynak taleplerinin karşılanmasında önemli kişiler haline geldiler. Büyükşehir
belediye başkanlarının ulusal siyasete ciddi bir ağırlık koymalarını da bu
çerçevede değerlendirmek gerekir.
Belediyeler ve AKP, CHP, MHP, DTP: Bu dört partiyi belediyecilik anlamında
ortaklaştıran şey, aralarında bir takım farklar olmakla birlikte hepsinin de
hizmet üretir ve sunarken, yatırım ve projelerini hayata geçirirken, planlama
yaparken neoliberal zihniyeti benimsemeleridir. Denilebilir ki neoliberalizm
sadece AKP'nin değil, kurumsal siyasetin diğer etkili partilerinden gelen
neredeyse bütün belediye yönetimlerinin mütemmim cüzüdür. CHP'li ve MHP'li
belediyelerin de aynı yaklaşımın vazettiği politikaları farklı söylem ve
biçimlerde de olsa uyguladıklarını, bu yüzden de “Çağdaş” Neoliberaller veya
“Neoliberal Milliyetçiler” diye adlandırılabileceklerini söylüyorum.
Kimileri CHP'li belediyeleri sosyal liberal diye kodluyor. Ancak, AKP'liler
kadar neoliberal anlayışın proaktif savunucusu olmasalar da CHP'lilerin sosyal
belediyecilik anlamında kendilerini esastan farklılaştırıcı bir uygulamaları
olduğunu düşünmüyorum. Onların da belediyeciliğin ekonomik boyutunu sosyal
yönünden önde tuttukları, plan ve yatırım kararlarında inşaat sektörünün ve
yerel sermayenin taleplerini öncelikli olarak karşıladıkları açıktır. Bu yüzden
en iyi yaptıkları iş peyzaj mimarisidir ve büyük projeleri için dış borç peşinde
koşarlar. Önceli SHP'nin belediyeleri kazandığı 1989'dan beri CHP'nin
kamuoyunda -“devlet partisi”, “sosyal demokrat parti”, “laik parti” gibi
başka niteliklerinin yanında- “müteahhit partisi” diye anılması da bununla
ilintilidir. Kanımca asıl sosyal liberaller, Güneydoğudaki DTP'li
belediyelerdir.
Bunlar 1,5 yıl önce “demokratik özerklik” diye deklare ettikleri yerel
özerklik talebini içeren siyasal stratejilerine koşut biçimde “yerelleşme”, “
yönetişim”, “yerel kalkınma”, “özel-kamu işbirliği” gibi liberal söylemleri
benimsedi. Az gelişmiş bölge koşullarında, DTP'liler bir yandan büyük birer köy
niteliğindeki yerleri, kent standartlarına getirmeye çalışıyor, bir yandan da
bir “sosyal liberal-kimlik belediyeciliği”ni yürütmeye çalışıyorlar. Bu ne
demek, DTP'li belediyeler İngiltere'de “Yeni İşçi Partisi” çizgisinin, Fransa'da
Sosyalist Parti'nin sendikalarla pazarlık-müzakere içinde yürüttüğü sosyal
liberal sentezi, Kürt sorunu odaklı siyasal gündemlerle içiçe geçmiş biçimde
yakalamaya çalışıyorlar.
Kentsel rantları yandaşlarına ve çevresine dağıtma anlamına gelen gündemlere
AKP, CHP ve MHP'liler kadar boğulmayan, DTP'liler alternatif bir kent vizyonuna
sahip olmasa da yerel halkın, özellikle taban ilişkisi içinde olduğu yoksul
mahallelerin sorunlarına yabancılaşmamaları gerektiğinin farkındalar. Fakat yine
de geçtiğimiz yıllarda Diyarbakır özelinde belediyenin yoksulların
gereksinimlerini yeterince gözetmemekle eleştirildiğine şahit olduk, bu konuda
kendi içlerinde sert tartışmalar oldu.
AKP'nin belediyeciliği: Refah Partili belediyelerle süreklilik ilişkisi
içinde olduğunu vurgulamamız gereken AKP'nin belediyecilik anlayışını
“Neoliberal İslamcı Belediyecilik” biçiminde adlandırmak mümkün. Bu anlayış
liberalizmle-muhafazakarlığın “yeni sağ”cı sentezinin Türkiye koşullarındaki
“aurea mediocritas”ını (altın uyumunu) temsil ediyor. Bu “altın uyum”un
birilerinin işin başında oturup da şöyle bir orta yol bulalım diye biçim
verdikleri bir model olduğunu söylemiyorum.
Tabii ki böyle bir şey yok. Bu bileşim 1990'ların ortasından beri geçerli
olmuş çelişkili pek çok ekonomik, sosyal ve siyasal faktörün etkileşimi
neticesinde -sermaye mantığı prizmasından geçirilerek- şekillenmiş bir şey.
RP'li dönemle arasındaki sürekliliklerin yanı sıra değişen pek çok şeyin
de olması bunun bir göstergesi sayılmalı.
28 Şubata kadarki RP döneminin ana çizgileri; Şevki Yılmaz, Şükrü Karatepe
gibi başkanların erken Cumhuriyet dönemine veya laikliğe dönük çıkışları, emek
düşmanlığı ve tabii ki yoksul kesimlere dönük yaptıkları ciddi boyutlara ulaşan
yardım faaliyetleriydi. Bunlara ek olarak RP'li belediyeler, modern kültür-sanat
pratiklerini desteklemek yerine, yerel halkın geleneksel-kültürel değerlerine
referansla yeni yerel uygulamalar (Ramazanda iftar çadırları açıp, “geleneksel”
eğlenceler düzenleyerek, dini bayramlarda belediye otobüslerini ücretsiz
yaparak, toplu nikah-sünnet şölenleri düzenleyip, aşevlerini külliye tarzı
yerlere çevirerek vs.) geliştirmiş, meydanlar başta olmak üzere önceki dönemlere
ait kamusal mekan düzenlemelerini, sembolleri ortadan kaldırmaya çalışmış,
Türk-İslam kültürüne ait tarihi ve dini mekanları canlandırmış, tabii, içkili
yerleri kent yaşamından söküp atmaya çalışmışlardı.
AKP'li dönemle birlikte yoksula yardım faaliyetlerini daha da arttırdıkları,
toplu konut, gecekondu önleme bölgesi, toplu taşıma gibi sosyal boyutlu toplu
tüketim hizmetlerinden tamamen çekildikleri görülen bu kadrolar, liberallikteki
iddialarını belediyeyi “bir şirket gibi” yönettikleriyle övünmeye kadar
vardırdılar. Kentin sosyal ve kamusal mekanlarını ve gündelik yaşamı kendi
İslamcı-muhafazakar tahayyülleri doğrultusunda dönüştürme çabasını cemaatlere
devretmeleri de AKP'li belediyelerin bir diğer farklılık noktası. Bunun
AKP'lilerin İslamcı-muhafazakar mekansal temsilini bütün Türkiye'ye teşmil etme
arzusunu tamamen bir yana bıraktıkları anlamına gelmediğini biliyoruz. Değişen
belki de yalnızca eski temsil Konya'nın yerini, şimdilerde Kayseri'nin alması
oldu.
Bu değişikliğin arkasında Kayseri'nin, basit sermaye mantığıyla ekonomik
gelişmesinin bir noktasında zenginleşmeyi her şeyin önüne koyarak dünya kenti
olma çabasına girişmesi yatıyor. İstanbul'da ne tür olanaklar ve mekanlar varsa
yerli yabancı sermayeyi çekmek, ona uygun sosyal ve fiziksel altyapıyı kurmak
için Kayseri'de de olması gerekiyor. Bu çerçevede Kayseri Belediyesi daha önce
kendisinin kentin kamusal ve sosyal mekanlarında İslamcı muhafazakar saiklerle
yaptıkları düzenlemeleri hükümsüz kılan, altını oyan onları seyirlik bir nesneye
dönüştüren uygulamalara girişti. Bunlardan birisi büyük kent meydanının alt-üst
geçitlerle kavşak düzenlemeleriyle tenhalaştırılması, buna mukabil daha ticari
nitelikteki kale-içinin canlılığının arttırılmasına dönük olarak burada geniş
bir yaya bölgesinin yaratılmasıydı. Kapitalist rasyonalite muhafazakarlığa
baskın gelmiştir.
Neo-liberalizmin akışkan (otomobil ve rant merkezli) sosyo-mekânsallığı ile
İslami referansları güçlenen muhafazakarlığın durağan sosyo-mekânsallığı
arasındaki çelişkili ilişkinin ürünü olan melez bir biçim ortaya çıkmıştır.
AKP'li dönemde bu melezlik hallerinin İslamcı belediyelerin yönetimde olduğu pek
çok kentte daha uzunca bir süre gündemde olacağı söylenebilir. Benzer bir şey,
Seyyid Burhaneddin Mezarlığı'nın bir kısmının restore ediyoruz diye arsa haline
getirilmesidir. Bu tür uygulamalar, kentte hakim olan muhafazakarlığın dini
boyutunu (sosyal ilişki yapısı ve değerleriyle) zedelemektedir. Ortaya çıkan
boşluğu doldurmak için otoriter-devletçi ve milliyetçi yanlarına daha fazla
vurgu yapılır oldu. Bir de benim “Eğreti Kamusallık” dediğim şey daha
cisimleşmiş biçimde karşımıza çıktı.
Eğreti Kamusallık: Neoliberal İslamcıların belediyecilik pratiğinin belki en
büyük tahribatı zaten az gelişmiş düzeydeki kentli hakları ve kamusallık
(kentlilik), daha da genel olarak yoksul kesimler arasındaki yurttaşlık bilinci
üzerinde olmuştur. Yani benim eğreti kamusallık dediğim ve bugün gelinen noktada
yalnızca AKP'li belediyelerle de sınırlı olmayan eğreti kamusallık meselesine
geliyoruz. İslamcı belediyenin ürettiği kentselliğe eğreti kamusallık dememizin
bir nedeni, bunların kolektif tüketime ilişkin hizmetleri ciddi biçimde
daraltması, mal ve hizmet üretimini kendi personel ve ekipmanlarıyla yapmak
yerine piyasadan satın alması veya kiralaması, hizmetlerini piyasaya göre
fiyatlandırması nedeniyle belediyenin sunduğu hizmetlerin kamusal niteliğinin
üstünkörüleşme, belirsizleşme anlamında bir eğretileşme yaşamasıdır.
Sosyal refahı geliştirecek uygulamaları geriletir, az önce bahsettiğim gibi
kendi İslami-muhafazakar mekan temsillerinin altını oyarken, yerel halkın
geleneksel-kültürel kodları (aileye verilen önem, hayırseverlik,
büyüklere/yaşlılara, şehit ailelerine saygı, Müslümanlık, Türklük, Osmanlıcılık
gibi) geliştirildi. Bir yandan da, sosyalizasyon işlevi gören işlere
yöneldiler, futbol takımlarını birinci lige çıkarmak, aşevlerinden
yararlananlarının sayısını arttırmak, pop müzik sanatçılarının konserlerine
ağırlık vermek gibi.
Bu eğretileşmenin kaynağı veya müsebbibi tek başına sözünü ettiğim
belediyeler, onların ideolojileri ve çelişik uygulamaları değildir. 1989'da sol
adına seçilen yönetimlerin başarısızlığından, yoksul kesimlerin yardım
örgütlenmeleri içinde kuşatılmayı kabul etmelerinden, 1990'larda global üretim
ağları içinde zenginleşen yerel sermayenin özelleştirmeler ve yerel
kalkınma,yönetişim söylemleriyle artan etkinliğinden kaynaklı olarak, yerel
halkın belediyelere bakışı ve onlardan beklentilerinin dönüşmesi gibi çok
sayıdaki faktörün bu duruma yol açtığı söylenebilir. Bu bir ufuk
kapanmasıdır.
Yurttaşlık, kent hakkı gibi insanın yaşadığı mekanda söz sahibi olması,
gündelik yaşamın akışına irade koyması, kaderini eline almasının zemini sayılan
demokratik, modern kamusallığı öldüren, onun yerini eğreti bir kamusallığın
almasını getiren bu ufuk kapanması İslamcı belediye yönetimleriylegelişti. Ama
onlarla sınırlı değildir.
AKP, belediye-merkezi yönetim: Bu ilişki iki yönlü işliyor ve hangisinin
belirleyen olduğunu tam olarak söylemek güç ancak belediyelerde başarı olarak
adlandırılabilecek olan şey, en başta Tayyip Erdoğan'a ilişkin olarak söylediğim
birbiriyle çelişiyor gözüken talep ve işleri bir arada yürütebilmesinde
saklıdır. Erdoğan'ın başbakanlığını, 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında
genelde Türkiye, özelde ise İslamcı siyasette yaşanan bir takım değişikliklerin
yanı sıra belediyecilikteki bu başarısına borçlu olduğunu belirtmek
gerekiyor.
İslamcıların yüzde 20-30 oy oranlarıyla ele geçirdikleri belediyeleri
yerelliğe nüfuz etmekte ve onu kendi istedikleri yönde dönüştürmekte çok iyi
kullandıkları da ortada. Hem yerelin en zengin kesimleriyle ilişkilerini ciddi
biçimde derinleştiren, hem geleneksel olarak ilişkili olduğu küçük ve orta boy
işletme sahiplerini zenginleştiren bir kentsel toplumsal ittifak çerçevesi
kurmuş, hem de yoksul, güvencesiz çalışan, yaşayan işçi-işsiz-yardıma muhtaç en
alttakileri bu ittifaka eklemlemişlerdir.
Seçim sonuçlarına bakın: AKP'lilerin en yüksek oy oranlarına ulaştıkları
semtler burada andığım sınıf ve grupların yaşadıklarıdır. Düzenli işte çalışan
işçi ve memurlar, bürokratlar, küçük esnaf ve emeklilerin yoğunlukla yaşadıkları
mahallerlerdeki sandıklardan AKP'ye daha düşük oylar çıkacaktır. RP'li dönemden
kimi açılardan farklılaşmış olsa da AKP'lilerin “neoliberalizmin muhafazakar
değerler ve söylemle sosyalizasyonu” denebilecek yeni sağcı modeli işler
kılma çabası bitmedi.
Bu model sadece RP-FP-AKP çizgisiyle ve sadece Türkiye coğrafyasıyla
sınırlandıramayacağımız, daha makro ölçekte geçerli olmuş bulunan bir yeniden
üretim modelidir. Yoksul kesimlerle parti teşkilatı ve cemaatler üzerinden
kurduğu taban ilişkileri nedeniyle, Türkiye'de bu yeni sağcı modeli siyasal
istikrarı koruyarak hayata geçirme kabiliyetine sahip tek güç neoliberal İslamcı
AKP'dir. Hem yerel hem de ulusal ölçekte yükselme olanağını da böylesi bir
sosyolojik zemin üzerinde hareket ediyor olmasına borçlu. Diğer partilerin
yaşadığı yıpranmışlık, Kürt sorununda gelinen nokta, ABD'nin bölgesel
planlarının AKP'nin elini güçlendirmesi de bu model sayesinde, Gramsci'nin
deyimiyle bir “Tarihsel Blok”un siyasal faili olmasından kaynaklanmaktadır.
Sosyal belediyecilik: Sosyal belediyecilik sunduğu mal ve hizmetlerle kentte
yaşayan ücretli kesimlerinin yaşam maliyetlerini düşürerek, onlara daha iyi bir
yaşam çevresi yaratmayı hedefleyen ve onların bütçesine sosyal adalet sağlayıcı
biçimde dolaylı katkı yapan belediyeciliğin adıdır. Köklerini İngiltere'de 19.
yüzyılın sonlarında ortaya çıkan reformcu “Beledi Sosyalizm” hareketinden alan
sosyal belediyecilik ülkemizde kısa bir tarihe sahiptir. Kentleşme literatüründe
belediyenin işgücünün yeniden üretimine katkısını belirginleştirmesi,
belediyeciliğin sosyal boyutunu öne çıkarması diye değerlendirilen bu anlayışın
nüveleri aslında 1970'lerin başında AP'li başkanlar döneminde görülür ve
1990'ların ortasında RP'li belediyelerle son bulur.
Belediyeciliğin sosyal boyutunun, toplu tüketim hizmetlerinin ucuz sağlanması
noktasında 12 Eylül darbesi döneminde bile belediyeciliğin esvabı mucibesi
sayıldığını söyleyebiliriz. En parlak yıllarını 1973-1977 ve 1989-1991 arasında
yaşayan sosyal belediyecilik anlayışı, bizzat bu çizgiyi izleyen
belediyecilerin, seçildikleri partilerin gadrine uğrayan bahtsız bir
belediyeciliğin adıdır. Bunlar; yerel halkın ortak ihtiyaçlarını daha uygun
koşullarda karşılamak, alt sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmek için
piyasaya müdahale eden kamucu, üretici, kaynak yaratıcı belediyelerdir. Uzun
süre ağza alınmayan demode bir günah sayılan sosyal belediyecilik, Türkiye'de
yoksulluğun yaygınlaşıp, derinleşmesine, içinden çıkılmaz bir hal almasına
paralel olarak son iki yerel seçimin en önemli temalarından biri oldu. Özellikle
AKP ve Tayyip Erdoğan bu kavrama sık başvuruyor. Halbuki daha önce söylediğim
gibi AKP'li başkanlar aynı zamanda belediye işlerini şirketleştirerek,
taşeronlaştırarak özelleştirmekle, belediye teşkilatını bir hizmet şirketi
yapmakla övünüyorlar.
Belediyelerin doğrudan ya da kendisine yakın dernek ve vakıflar aracılığıyla
yaptığı/yapılmasına ciddi katkılar sağladığı bu yardımlar, sosyal adaletçi bir
program olmak yerine, özellikle büyük kentlerin bir gerçekliği olan
yoksullaşmayı ve kayıt-dışılık gerçeğinin yol açtığı ve açacağı sorunları
yönetmeye uygun bir politikadır. Bu politika, ikinci dalgası AKP tarafından
tamamlanan neoliberal yeniden yapılanmanın sosyal risklerini ortadan kaldırmak
için oldukça önemlidir. Bu yardımların, Türkiye'nin görece üstünlüğü kabul
edilen ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için aşamalı bir yoksullaştırma
programına hizmet ettiği de söylenebilir.
Sosyal adalet diye bir kaygı taşımayan AKP'nin sosyal belediyecilik
iddiasında bulunması sonuçta ironi gibi... Toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki
gelir dağılımı dengesini daha adaletli kılmaya olanak verecek ekonomik ve
toplumsal önlemleri ciddi biçimde gündemine almayan, salt ihtiyaç
sahiplerine yardım faaliyetiyle insanların kötürümleştirilmiş yaşamlarına mahkum
kalmalarını sağlamaya çalışan partilerden bir sosyal belediyecilik beklemek de
açıkçası saflık gibi görünüyor.
Dolayısıyla, İslamcılarla başlayan, diğerlerinin de belli ölçüde taklit
ettiği yukarıdan aşağı örgütlenen yoksula yardım türünden işlerin, “yoksulların
yerel topluluk ağları içinden ekonomik ve toplumsal yeniden üretimi” işlevini
görürken, üzerine bina edildiği muhafazakâr toplumsal ilişkiler nedeniyle de
yoksulluğu yaratan güç ilişkilerine karşı başkaldırının önünü kestiğini görmek
gerekir.
"Kentsel dönüşüm" ve AKP: Yerelleşme reformu çerçevesinde belediyeler ve il
özel idarelerinin yetkilerinin daha da arttırıldığı 2004 sonrası süreçte iki şey
oldu. Biri AKP'li belediyelerin, büyük ölçekli altyapı-üstyapı projelerine
girişmeleri iken, diğeri aynı süreçte hükümetin kentsel alanda süper
yetkili kıldığı TOKİ'yle birlikte yürüttüğü kentsel dönüşüm projeleri oldu.
Bu projelerin kentin merkezi iş alanlarına yakın, arsa değeri yüksek
yerlerin alt ve orta sınıflardan temizlenmesi anlamına geldiği her geçen gün
daha açık biçimde ortaya çıkıyor. İnsanlar on yıllardır oturdukları, bir sosyal
doku yarattıkları yerlerden 15-20 katlı, düşük kaliteli, sosyal, kültürel ve
ekolojik altyapısı toplama kampı benzeri yerlere sürülüyor. Buna maruz
kalanların çoğunun ne yeni yerdeki bir takım ekonomik yükümlülükleri
karşılaması, ne de kent merkezine işe-gidip gelmesinin mümkün olmadığı
belirtiliyor.
Kentsel dönüşüm projeleri, AKP'lilerin sermaye yanlısı yüzünü tüm
vahşiliğiyle açığa serdiği için sözünü ettiğimiz Altın Orta'nın
sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. AKP'liler şimdilik buna karşı oluşan
tepkileri yerelliklere hapsetme, maniple etme konusunda başarılı olmuş
gözüküyor. Ancak krizi de göz önüne alırsak, bu ve benzeri uygulamaların uzun
vadede AKP'lilerin kent yoksullarıyla kurduğu ilişkileri zedeleme potansiyeli
taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.
|