İstanbul’un kuruluşunun üzerinden
1680 sene geçti. Büyük Konstantin 330 yılının
11 Mayıs’ında şehri kurduğunu ilan etmişti
İdus Maiae Mercurio sacra erant- Mayıs ortaları Tanrı Merkür’ün kutsal
günleridir.” Herhalde Roma’nın artık Batı’da istikbali
olmadığını gören ve henüz Hıristiyan olmasa da Hıristiyanların imparatoru
unvanının verildiği Konstantin, bir akıllı generale yakışan
seçimini yaptı; üniversal Roma’nın başkenti bu şehir olmalıydı. Aslında
“Seçimini yaptı” lafın gelişidir. Şehrin M.Ö. 7’inci asırdan gelen bir geçmişi
var. Yunanistan’daki Megaralıların menkıbevi krallarını ismiyle andıkları
Bizantion; ama o Bizantion dedikleri bizim Topkapı
Müzesi’nin surlarını haydi bilemedin Ayasofya’nın
bulunduğu alanı geçmezdi. Bugün dahi Topkapı çevresinde nereyi kazsanız bir
Bizans kalıntısı çıkar ama bu tabii nereyi isteseniz kazabileceğiniz anlamına
gelmez.
Aslında İstanbul “Nea-Roma” adını çok evvelden almıştı,
miladın ikinci asrından itibaren Septimus Severus ve
Marcus Aurelius gibi imparatorlar onun önemini kavradılar.
Mesela bugünkü At Meydanı, o günün Hipodrom’u onlar zamanında ikinci asırda
yapıldı.
Tarihi biçimlendiren bir imparatordu
Hadrian’ın şehirde neleri var; herhalde belli başlı bir
eseri buraya bırakmamış ki, onun adına ne bir anıt ne büyük eser kalıntısı
görülüyor. Ama o herhalde Edirne’yi daha stratejik nokta olarak gördü ki,
Hadrianapolis ismi Edirne’de halen yaşıyor.
Büyük Konstantin 330’un 11 Mayıs’ında şehri noter senedi ile
tespit eder gibi kutsal günde kurduğunu ilan etti. Tabii iki yıl önce Marmaray
kazılarında Yenikapı’da yeniden ortaya çıkan Konstantin suru da gösteriyor;
şehrin ilk surları Haliç’te Fener-Balat
arasında bir yerden başlayarak Yenikapı’ya kadar uzanıyordu.
Hıristiyan menkıbelerine inanırsak Konstantin vaftiz olup Hıristiyan olarak
ölmüştür ama pozitif tarihin verdiği bilginin ucu açık. İmparator unvanlı
Augustus hukuken bir imparator değildi; Senato tarafından
fevkalade ve hayat boyu yetkili statüsüyle seçilen bir diktatördü. Kişiliği
itibarıyla ise büyük tarihçi Theodor Mommsen’in maharetle
çizdiği tam bir imparator portresiydi.
Bütün dünya hem hayrandı hem çok kıskanırdı
Konstantin ise ondan sonra bu unvanı hem hukuki hem de etkin
bir biçimde ve dünya tarihini biçimlendirerek taşıyan bir imparatordur.
Barbarların sarsmaya başladığı Roma’yı diriltti ve İstanbul’u başkent yaparak
Doğu’ya Roma’nın kurumlarını daha pekinlikle yerleştirdi ve Roma’yı
doğululaştırdı, Hıristiyanlaştırdı. Hıristiyanlığın ayyuka çıkan kavgalarını
yatıştırmak için 325’te İznik’te ilk büyük universal Hıristiyan
konsilini topladı. Yahudi aleyhtarlığından dört İncil’in tespitine ve rafizi
yani sapkın mezheplerin tasfiyesine kadar Hıristiyanlığın oluşturulduğu en
önemli konsildir bu.
NeaRoma çok kısa zamanda Konstantinopolis olarak adlandırıldı. Ama dünyanın
gözü bu şehirdeydi, hele 537’de Makedonyalı Justinyanus -ki o
da Konstantin kadar Romalı ama ondan daha çok Yunanlı düşmanı bir imparatordu-
Ayasofya’yı yaptırınca yeryüzünün en büyük mabedi ve binası ortaya çıkmış
oldu.
Beşeriyet ancak 900 sene sonra Rönesans’ta bu merkezi
kemerler üstündeki kubbeyle baş edebildi ve sadece Mimar
Sinan’ın estetiği onu geçebildi. Bir bakıma Ayasofya’nın
narteksindeki yani girişindeki kapı üstü mozaik İstanbul’un iki büyük
kurucusunu, elinde surlarıyla İstanbul maketini tutan
Konstantin’i ve Ayasofya maketini tutan
Justinyanus’u İsa’ya eserlerini takdim ederken gösterir.
Bütün dünya İstanbul’a hem hayrandı hem kıskanırdı. 7’nci asırda defalarca
şehri kuşatan Emevi orduları köylülerden duydukları
“Stimpolis-şehre” lafını ona ad olarak verdiler ama
“İstimbul” diye telaffuz ettiler. İstanbul böyle çıktı ortaya.
Şehre fetihten önceki çehresini kazandıran ise, bugünkü surları yaptıran
Theodusios’tur. Avrupa’nın ilk üniversitesini de bu şehirde o
kurdu ve muhtemelen yeri bugünkü Bayezid’deydi.
Şehrin iki ekseni de o zaman tespit edildi. Biri At Meydanı’ndan yani
Hipodromdan başlayan Edirnekapı’ya kadar uzanan Mese yani
Osmanlı’nın Divan Yolu, diğeri de Laleli’den geçip Cerrahpaşa
yani Forum Arcadius üzerinden Altınkapı’ya (bugünkü Mevlanakapı civarına) uzanan
iki yol... 1950’lerin sonundaki Menderes imarına kadar şehrin iki anayolu
buydu.
Her zaman et ve ekmek sıkıntısı vardı
Şehrin beslenmesi iki imparatorlukta da aynı biçimdeydi. Birtakım tüccara
tahıl ve et mecburi tekelerle taşıttırılır ve Haliç kıyılarına yığılırdı. Ta
Bizans’tan beri İstanbul’un büyük derdi su ve lodoslu havasıydı. Şehrin her
tarafı sarnıçlarla doludur. Allah’ın verdiği yağmurla yetinilemezdi.
İmparator Valens ünlü aquaductus’u yani su kemerlerini yaptırdı; o da yetmeyince
Mimar Sinan ünlü kemerleriyle sistemi tamamladı. Yetmedi II. Mahmud’un Karadeniz
bölgesine kadar uzanan Belgrad ormanlarındaki tesislerinin, o da yetmedi 19’uncu
asırda Terkos Gölü ve şehir suyu için kumpanyaya verilen su şebekesi imtiyazının
üzerine, İstanbul’un su sıkıntısı ancak günümüzde çözümlenebildi.
Her zaman et, ekmek hatta meyve sıkıntısı vardı. 19’uncu yüzyılda
demiryolları Anadolu’nun tahılını ve meyvesini getirdi. Sebze bostanları
ihtiyacı karşılıyordu.
Ama Birinci Cihan Harbi’nin sıkıntılı yılları Avrupa’nın büyük şehirleri gibi
İstanbul’u da kasıp kavurdu. Tarih yazımımız noksandır, kimileri şehrin içinde
açlıktan ölenlerden bahseder, kimisi şeker ve un kıtlığından doğan faciaları.
Birinci Cihan Harbi klasik İstanbul’u her şeyiyle yıktı. Beslenme ölçüleri
yıkıldı. Baklava, börek ve sefahatle geçinen harp zenginlerinin yanında,
namusunu satmak zorunda kalan fukaralar ortaya çıktı. Savaşa girmediğimiz
İkinci Cihan Harbi yılları da benzer manzaralar da yarattı. İstanbul şimdi
bolluk içinde.
Artık aşırı iç göçün baskısı altında
Osmanlı İstanbul’u 1204’te Ayasofya’dan başlayarak bütün zenginlikleri
yağmalanan, halkı Haçlılar tarafından katledilen bir İstanbul’un üzerine
kurulmuştur. Her mahalle Fatih’in generallerinden birinin kurduğu ve o paşanın
ismini taşıyan bir han, hamam ve çarşı etrafında gelişmiştir. Semtlerin isminden
dolayı üstad Mithad Sertoğlu “paşalar şehri” derdi.
İstanbul 15’inci asrın sonunda artık büyük bir Balkan imparatorluğunun,
dahası Karadeniz’in ve Batı Anadolu’nun merkeziydi. İpek Yolu medeniyeti
ve ticaret yolu henüz ölmemişti. Onun için gelişti, bütün şarkın zenginliklerini
topladı. Topkapı Sarayı’nda bütün dünyanın en büyük çini koleksiyonu, en ünlü
yazma eserler koleksiyonu, Hint’in, İran’ın ve Venedik’in parçalarını barındıran
bir kumaş koleksiyonu, Hindistan alt kıtasından akıp gelen mücevherat ve
kuyumculuk eserlerinin yüz kamaştıran varlığı başka türlü izah edilemez.
Neredeyse 1680 yıl evvel kuruluşu ilan edilen bu şehir, yüz senedir
Balkanlar’daki savaşlar ve Birinci Cihan Harbi gibi felaketler yüzünden
Rumeli’deki vatanın kaybını yaşadı, göçmen kitleleriyle doldu. İstanbul 90
senedir sulh yüzü görüyor ve İkinci Cihan Harbi’nden sonra da zenginleşmeye
başladı. 21’inci yüzyıla ise aşırı iç göçün baskısı altında giriyor. Bundan
sonra yaşama mücadelesi bu büyük sorun etrafında devam edecek.
|