Suyun metalaşması, suya erişim hakkı ve sosyal adalet
BR> Su hakkı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde özellikle belirtilmemiş olmasına rağmen, yaşam hakkının (3. Madde) suya erişimi kapsadığı iddia edilebilir. Etik bir kavram olarak insan hakları ‘insanların insan olmaktan dolayı sahip oldukları’ diğer bir ifadeyle ‘insanî olanakların geliştirilmesi’ için gerekli hakları içerir. Kavramsal açıdan bakılığında suya erişim hakkının insan haklarından biri olduğu açıktır. Çünkü insanca yaşamak için gerekli en temel koşuldur. 1994 Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Programında herkesin yeterli standartlarda yaşama hakkı içinde su ve sağlığın koruması da yer almıştır. 1999’da Genel Toplantı Kararı (53/175) temiz suyu temel insan haklarından bir olarak tanımıştır. Su hakkının yasal temeli olabilecek en açık uluslararası belge 2002’de BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi tarafından yayınlanan Genel Açıklama 15’tir (6). Bu açıklama aslında Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konusunda Uluslararası Anlaşma’nın (International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights (ICESCR) 1966) bir yorumudur. BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi bu anlaşmada belirtilen elverişli yaşam standardının su hakkını zımnen içerdiği sonucuna varmıştır. Komite’ye göre herkesin kişisel ve evsel kullanım için yeterli, güvenli, fizikî olarak ulaşılabilir ve bedeli ödenebilir suya erişme hakkı vardır. Genel Açıklama’da ayrıca ICESCR’de yer alan diğer bazı insan haklarının (örneğin beslenme hakkının) gerçekleşmesi için de suya gereksinim olduğunun altı çizilmektedir. Ancak, sosyal ve ekonomik bir hak olarak su hakkı, her bir vatandaşın doğrudan devletten talep edeceği suya erişim hakkını içermemektedir. Su hakkı, devleti halkın ödeyebileceği, güvenli içme suyuna erişimini sağlamakla yükümlü kılmaktadır. Devlet suya erişim için gerekli ekonomik, sosyal ve siyasal şartları yaratacak politikalar ve stratejiler geliştirmelidir. Su hakkı aynı zamanda toplumun marjinal ve savunmasız kesimlerinin suya erişimlerini de güvence altına almalıdır. Su hakkının sağlanması, liberal bir ekonomide özel şirketlerin rol almasını dışlamaz, liberal fakat düzenlenmiş (regulated) bir pazarda kamunun sunumunu öngörür. Suya erişimin ayrı bir insan hakkı olarak kabul edilmesi konusu uluslararası hukukta tartışmalı bir konu olmakla beraber, suyun insan yaşamı ve onuru için hayatî önemi düşünüldüğünde suya erişimin insan hakları kavramı içinde değerlendirilmesi kaçınılmazdır . Fakat henüz bu konuda yerel, ulusal ve uluslararası yaptırımlar bulunmamaktadır. Suyun metalaşması ve kamu sektörünün sorumlulukları Su kaynaklarının yönetimi konusu 1970’lerden itibaren uluslararası gündemde yer almıştır. DB ve OECD, 1990’lara kadar su kaynaklarının, desantralize birimlerce, kapsamlı planlama ve fiyatlandırma ilkesi ile etkin yönetilebileceğini savunmaktaydılar. Bu dönemde piyasa mekanizmalarından söz edilmekle birlikte asıl vurgu kamu kuruluşlarına yapılarak, kamunun suyu ‘ekonomik bir mal’ gibi yönetmesini sağlayacak tedbirler üzerinde durulmuştur. Son yıllarda ise kamu kurumlarının ve kapsamlı planlama yaklaşımının olumsuzluklarından dem vurularak su kaynakları yönetiminde, fiyatlandırma ve özelleştirme politikaları önerilmektedir. Suyun ekonomik bir mal olarak ele alınmasını açıkça öneren ilk uluslararası girişim, 1992’de Dublin’de toplanan Su ve Çevre Konulu Uluslararası Konferans olmuştur. Aynı yıl Rio’da geçekleşen Çevre ve Kalkınma Konulu BM Konferansı’nda da suyun ‘eko-sistemin bir parçası, doğal bir kaynak ve sosyal ve ekonomik bir mal’ olarak algılanması gerektiği belirtilmiştir. Suyun aynı anda hem ekonomik hem de sosyal bir mal olarak tanımlanması, politika belirlenirken nasıl bir denge oluşturulacağı sorununu gündeme getirmektedir. Suyu ya da su haklarını alınan, satılan ya da pazar işlemlerine konu edilen bir mal gibi değerlendiren her türlü eylem ve politika suyun metalaşması olarak tanımlanabilir (7). Su hizmetlerinin kamu sektörünün kontrolünden çıkıp metalaşmasının arkasında suyun kavramsallaştırılmasındaki dönüşüm yatmaktadır. Suyun bir ‘hak’ değil ‘ihtiyaç’ olarak tanımlanılması suyun metalaşması ve özelleştirilmesini meşrulaştırmaktadır. Suyun özelleştirilmesi konusunda da farklı politikalardan söz edilmektedir. Özelleştirme kısmî olabileceği gibi, tümden de olabilir. Tümden özelleştirmede hükümet sorumluluğu ortadan kalmaktadır. ‘Kamu-özel sektör ortaklığı’ diye adlandırılan kısmî özelleştirmede ise suyun kamusal mülkiyeti saklı kalmak koşuluyla hizmetin sağlanması ve dağıtılmasında özel sektörün rol alması önerilmektedir. Ortaklığı savunanlara göre, özellikle gelişmekte olan ülkelerde hükümetlerin su hizmetinin yaygınlaştırılması için gerekli sermayeleri yetersizdir ve bu boşluğun şirketler tarafından doldurulması yoksulların suya erişimine hizmet etmektedir (8). Ortaklık formülünde kamu sektörünün su yönetimi üzerinde sıkı denetimine vurgu yapılmaktadır. Fakat özelleştirme uygulamalarının gerçekleştiği ülkelerde hükümetlerin zayıf olması dolayısıyla, bu gerçekleştirilebilir bir hedef olarak görünmemektedir. 2000 yılında İkinci Dünya Su Forumu’nda (The Hague’da), 21. Yüzyıl İçin Dünya Su Komisyonu’nun yayınladığı politika bildirisine göre su yönetimi insanlığın karşılaştığı en ciddi sorundur ve çözümü suyun diğer mallar gibi işlem görmesi yani su yönetiminin serbest piyasa rekabetine açılmasıdır. Komisyon, DB ve BM tarafından 1996’da kurulan Dünya Su Konseyi’nin (World Water Council –WWC) bir oluşumudur ve su ‘piyasası’na hakim olan üç büyük çok-uluslu şirket (Suez, Vivendi ve RWE) ile sıkı bağları vardır (8). DB ve IMF tarafından desteklenen uluslararası şirketler su hizmetlerinin yönetimini dünyanın pek çok ülkesinde ele geçirmektedir. Su endüstrisinin yıllık kârı (yaklaşık 1 trilyon USD) petrol sanayinin kârının %40’ına ulaşmıştır ve şimdiden ilaç sektörünün kârını geçmiştir (9). Dünya sularının henüz %5’inin özelleştirildiğini düşünürsek, ne kadar büyük bir kâr potansiyeli olduğu anlaşılabilir (9). Bu şirketler suyu yaşam için gerekli sosyal bir kaynak olarak değil, pazar mekanizmalarıyla yönetilecek ekonomik bir kaynak olarak görmektedirler. Su hizmetlerinin özelleştirilmesinin toplumsal faydalarından dem vurulmaktadır, ancak şirketlerin kontrolündeki su yönetiminde kâr maksimizasyonu, toplumsal ve çevreye ilişkin kaygılardan önce gelmektedir. Çok-uluslu şirketlerin pratikleri incelendiğinde ortaya çıkan durum: yerel kullanıcıların maliyetinin artmasına paralel olarak şirket kârlarının artması, yolsuzluk ve rüşvet, su kalitesinde düşüş, kâr güdüsüyle kaynakların sömürülmesi ve vatandaş katılımının sınırlanmasıdır (10). BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi devletlerin su konusundaki yükümlülüklerini saygı, koruma ve yerine getirme şeklinde sıralamaktadır. Saygı, devletlerin su haklarına keyfi müdahalelerden kaçınması anlamına gelmektedir –bu silahlı çatışmalarda sivillerin su tesisatlarına zarar verilmemesini ve kirletilmemesini de kapsamaktadır. Koruma yükümlülüğü ise üçüncü tarafların (bireyler, gruplar ya da şirketlerin) suya erişimi engellemelerine, haksız su kullanımlarına ve su kaynaklarının kirletilmesine imkân verilmemesini içermektedir. Su hizmetinin üçüncü taraflarca verildiği durumlarda, devletler suyun ödenebilir bir fiyattan sunulmasından yükümlüdürler. Devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmeleri ise su hakkının yasal olarak ulusal siyasî ve hukukî sistemlerinde tanınmasını gerektirmektedir. Ancak 2003’te Kyoto’da yapılan Üçüncü Dünya Su Zirvesi’nde, BM Genel Açıklaması’nın tersine bir eğilimle, suyun bir insan hakkı olduğuna değinilmemiş ve su ‘temel insan ihtiyacı’ olarak nitelendirilmiştir. Terminolojideki farklılık devletlerin sorumluluklarının sınırlarını çizmektedir. İhtiyaç olarak tanımlandığında, devlet su konusundaki tüm yükümlülükleri pazar mekanizmalarına teslim edebilir. Fakat hak olarak tanımlandığında devlet, bu hakkın yerine getirilmesi için gerekli sorumlulukları almalıdır. Diğer taraftan BM yaklaşımı da suyun arzında ve dağıtımında özel sektör katılımını dışlamamaktadır. Özel sektörün rolü olabilir, fakat devlet halkın su hakkını korumalıdır. Örneğin devletin toplumun ihtiyaç duyan kesimlerine suyu ücretsiz yada düşük fiyatla sunumunu sağlayan bir fiyatlandırma politikası olmalıdır. Kyoto Dünya Su Zirvesi, dünyanın büyük su arz ve dağıtım şirketlerinin girişimiyle kurulan Dünya Su Konseyi tarafından düzenlemiştir. Konsey için sorun bir insan hakkı sorunu değil fakat bir verimlilik sorunudur. Bu nedenle de gelişmekte olan ülkelerin gücünü aşan mega-projeleri finanse etme eğilimindedir. Sonuçta küresel finans kuruluşlarıyla çok-uluslu su şirketleri birlikte çalışmaktadırlar (11). DB aracılığıyla hükümetler ulusal piyasalara giren büyük şirketlere kâr garantisi vermektedir (örneğin Şili DB’nın koyduğu bir koşul olarak Suez Lyonnaise des Eaux şirketine %33 kâr payı garantilemiştir) (10). DB, BM, su şirketleri ve hükümetler arasındaki iş birliği bu şirketlerin hükümet politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda etkilemelerine neden olmaktadır. Hak-temelli söylemlerle, ekonomik gelişme ve
sürdürülebilir kalkınma programları arasında bir çelişki görülmektedir.
Hükümetlerin genel eğilimi neo-liberal siyasi ve ekonomik ajandanın su konusunda
uygulanmaya çalışılmasıdır. Bu da, sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirme,
metalaştırma ve yönetimin desantralizasyonudur. Yakın zamana kadar su sunumu ve
yönetiminde, kaynak yöneticisi, servis sunucu ve düzenleyici olarak tek aktör
kamu sektörüyken, şimdi, neo-liberal pazar ideolojilerinin etkisiyle, pek çok
ülkede su altyapısında yatırım ve tahsis aşamalarında özel sektörün,
hükümetlerle ortaklıklar biçiminde ya da tek başına yer alması alternatif bir
politika olarak görülmektedir. Politikadaki bu dönüşüm devletlerin özerk
kararları gibi görünse de, uluslararası finans kuruluşları özel sektöre daha
fazla yer verilmesi konusunda baskı yapmaktadırlar. Su sektöründe kamu ve özel
sektörün rollerinin yeniden belirlenmesine yönelik müzakereler Dünya Ticaret
Örgütü (WTO) ve onun Hizmetlerin Mübadelesine İlişkin Genel Anlaşması (GATS)
çerçevesinde sürmektedir (12). |