Üç arkadaş, plazaların arasında kendince dik durmaya çalışan üç katlı bir
gecekondunun önünde oturmuş çaylarını yudumluyor. Yüzlerinde Boğaz manzarasına
dalıp gitmiş bir insan görüntüsü var! Bir yudum çay içip tekrar etrafa dikkat
kesiliyorlar. Onların dalıp gittiği manzara yan yana yaşadıkları ama asla
onların hayatlarının kıyısından dahi geçemeyeceklerine inandıkları plaza
insanlarının, hayatları, davranışları. Boğaz'dan geçip giden gemiler gibi,
plazalara girip çıkan şık giyimli beyleri, hanımları izliyorlar. İstanbul'un
varoş semtlerinden hemen yanlarına kondurulan 'ultra lüks' semtlere bakmak
denizi izlemekten çok da farklı bir şey değil.
Onlar bulundukları semtin esas sahipleri olarak kendilerini görüyorlar.
İstanbul'da yolların henüz bugünkü düzeye gelmediği, etrafın çamur ve harap
olduğu yıllarda gelip konmuşlar, o zamanlar İstanbul bile sayılmayan bu
bölgelere. Esenler'de, Armutlu'da,
Maslak'ta, Halkalı'da, Gazi
Mahallesi'nde kendilerince bir hayat sürmeye başlamışlar. Kendi
içlerinde mutlu mesut yaşarken, birden, etraflarında yükselen inşaatlarla
çevrelerinin değiştiğini hissetmeye başlamışlar. Bu gökdelenler bir anlamda
geliri düşük, fakir semtin insanlarının hayatlarında yeni bir dönemecin de
işareti olmuş. Semtlerine yeni gelenler onlar için 'lüksü' simgeleyen çoğu zaman
'özenilesi hayatlar' yaşayan kimseler! Bahçeşehir'de, Ataşehir'de, Etiler'de,
Avrupa Konutları'nda, Halkalı'da, Maslak'ta yaşanan hayatlar çok yakınlarında
görünse de aslında çok uzaklarında. Varoşların etrafında lüks sitelerin
sahipleriyse onların hayatlarına dikkat kesilmek yerine mümkün mertebe onlarla
bir araya gelmeden yaşamaya özen gösteriyor. Fakat lüksün hemen yanı başında
yoksul hayat süren insanlar onların hayatlarına dikkat kesiliyor.
Ayhan Hayal, memleketinden göç edip İstanbul'a geldiğinden
beri Esenler'de oturuyor. Kıt kanaat geçindiğini fakat buna
rağmen hayatından memnun olduğunu söylüyor. Ama burunlarının dibindeki lüks
evleri de merak etmiyor değil. Bahçeşehir hemen yanı başında
ama bir o kadar da uzağında, zira bu semtten başını uzatacak cesareti yok. Bir
gün camide namaz kılarken Bahçeşehir'de oğlunu ziyarete gelen bir baba ile
karşılaştığını anlatıyor. Hayal, 'Karşılaştığım bey her sene bir ay oğlunda
kalmaya geliyormuş. Fakat oturdukları sitenin etrafında cami olmadığı için bizim
buradaki camiye gelmişti. Siteye giriş çıkışlarda sürekli güvenliğin
sorgulamasına maruz kaldığı için oğluna dahi gelmekten çekindiğini anlattı."
diyor.
Hikmet Zola da Maslak'taki son derece lüks
plazaların ortasında üç katlı bir gecekonduda oturuyor. Çayını almış kapının
önüne attığı eski bir koltukta etrafı izlerken rastlıyoruz ona. Önce konuşmaktan
çekiniyor fakat sonra tam karşısında duran dev plazalara bakarak orada yaşamanın
nasıl bir duygu olduğunu merak ettiğini anlatıyor. Her sabah işe gidip gelirken
gördüğü insanlarla kıyas kabul etmeyecek kadar uzak dünyalarda yaşadığını
söylüyor. İnsanların giyim-kuşamları onun en çok dikkatini çeken şey. 'Bize göre
çok lüks yaşıyorlar.' dediği insanları şanslı görüyor.
Mesut Suskun ise plazaların içini çok merak ettiğini
söylüyor. Fakat görmek istediği plazalara ancak bir temizlik işçisi olursa
girebileceğini, aksi takdirde bunun mümkün olmadığını düşünüyor. Samsun'dan
kalkıp İstanbul'a gelen, plazaların ortasında bir gecekonduda adeta köy hayatı
yaşayan, evinin yan tarafında ahırı bulunan Emine Demir, bu
hayatları uzaktan izlemenin kendisine yettiğini söylüyor. 'Zengin insanların
hayatları bize göre seyirlik bir şey.' diyen Demir, 'Ancak temizlik için
evlerine gittiğimizde o insanlarla yan yana geliyoruz.' diyor.
'Melezlik semtin yararınadır'
Yanı başlarındaki insanlar farklı hayatlar yaşarken yoksullukla mücadele eden
insanlar, yine de 'bizim hayatımız bu' diyerek durumu kabul etmişler. Hiçbir
zaman kavuşamayacağımız hayatları izlemeye de razıyız gibi bir görüntü
sergiliyorlar. Fakat gecekonduda oturanlar 'buralar yıkılacak mı?' endişesini
taşımaktan da geri kalmıyor. Peki, şehir planlanırken zenginle fakir bu kadar
ayrıştırılmadan bir yapılanma içerisine gidilseydi durum nasıl olurdu? Bu
sorunun cevabını Mimar Korhan Gümüş,
Galata'dan yola çıkarak veriyor. Gümüş; 'Galata projesi
başladığı zaman orada fakir halkın arasına yerleşen eğitimli ve şehirli
insanlarla normal halk arasında bir temas başladı. Temas olunca da insanlar o
bölgenin yıkılmasını engellediler. Melezlik, semtin yararına olacak bir şeydir.
Biz güvenlik gerekçesiyle siteler oluşturduk. İnsanlar aynı yerde oturmalarına
rağmen aynı yerde oturuyoruz hissini kaybetti.' diyor. Korhan Gümüş'ün melez
semt tanımlamasına Prof. Dr. Murat Güvenç de katılıyor. İçinde
bulunduğumuz yeni dünya düzeninde zenginin ve fakirin hayatının hiç birbirine
değmediğini söyleyen Güvenç, bunu kamusal alanın çöküşü olarak değerlendiriyor.
Güvenç, "Fakir insanlar zengin insanların bulundukları bölgelere giremezler,
çünkü bırakmazlar. Güvenlik gerekçesiyle bu kadar ayrıştırılmış hayatlar
oluşturuluyor." diyor.
Şimdi İstanbul'un varoşu sayılan birçok yerin hemen yanında isimleri
birbirinden sükseli yeni konutlar yapılıyor. Yüksek duvarlar, kapıdaki güvenlik
hemen az ötedeki insanların oranın kapısından içeri bakmasını dahi engelliyor.
Zenginler lüks arabalarına binip o insanları görmeden yanlarından geçip giderken
onlar zenginlerin hayatına bazen imrenerek, bazen şaşırarak bakıyor. Fakat
birçoğu Maslak'ta plazaların ortasında inek besleyip 'Bu bizim hayatımız,
onların hayatı bizim için sadece seyirlik.' diyen teyze kadar da durumu
sindirmiş görünüyor.
Yoksullar, güvenli alanın dışında kalıyor
Korhan Gümüş - Mimar: "Kamusal alan dediğimiz şey aslında
farklılıkları bir arada bulunduran bir alandır. Kamusal bu çoğulculuktan oluşan
bir şeydir. Çünkü orada insanlar birbirleriyle karşılaşma zemini bulurlar.
Tehlikelere, çatışmalara karşı toplum birtakım önlemler alır. Şimdi kamu
ayrışıyor. Birtakım insanlar güvenli sitelere taşınıyor. Fakat yoksullar bu
güvenli alanın dışında kalıyor. Şu andaki şehir planlamalarının seçkinlere
hizmet eden bir hali var. Kentteki değişimleri analiz eden bir sistemimiz yok.
Hangi sektörler büyüyor, hangi sektörler küçülüyor? Yoksullaşma kader gibi
algılanıyor, yoksulluk kader değil. Kamu burada semtteki yoksulluğu dışlamak
yerine bunu veri kabul ederek dönüştürmeye çalışmalı."
İnsanlar kendilerini güvenli sitelere hapsediyor
Prof. Dr. Murat Güvenç: "60-70'lerde Türkiye'de gecekondular
şehrin etrafındaydı ama şimdi şehir büyüdüğü için şehir oralara doğru kaydı.
Artık zenginlerle fakirler birbirlerinin mahallelerine girmiyor. Bu süreç
kamusal alan denilen şeyin çöktüğünü gösteriyor. Zira artık herkes kendisini
sitenin içerisine hapsediyor ve birbirini dışlıyor. Zenginler kendilerini
'güvenli' yaşadıkları kabuklar içerisine hapsediyorlar. Kabuklar içerisine
hapsedemeyenler de hapsedenlere öykünüyor."
|