İstanbul’da beklenen büyük bir depremin
ne zaman ve nasıl olacağını tahmin etmek için çeşitli faraziyeler yürütülüyor.
Kimileri müphemliği istatistik yöntemlere başvurarak gidermeye çalışıyor. Ancak
İstanbul’da bir başka “deprem” var ki, o da gerçekleşmek için
gün sayıyor. Benzetmeyi hoşgörmenizi dileyerek yeri, büyüklüğü, zamanı,
ayrıntıları bilinen bir “deprem”den söz etmek istiyorum. İstanbul Boğazı’nın
altında Ulaştırma Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen
raylı tüp geçiş projesi Marmaray, kentin tarihindeki en büyük
ulaşım projesi. Neredeyse on Boğaz Köprüsü kadar bir kapasiteye sahip olan
Marmaray’ın ne zaman işletmeye alınacağı belli. Arkeolojik kazıların
tamamlanmasından sonra, tünellerin büyük bir bölümü ve deniz altındaki tüp geçiş
inşa edilmiş durumda. İki üç yıla seferler başlayacak.
Benzetme abartılı değil; zira Marmaray, kentin eski endüstriyel ulaşım
hattında, en riskli yapı stoğunun bulunduğu yerleşim bölgesinde yer alıyor.
Projenin yaratacağı etkileri tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Marmaray,
tıpkı bir büyük deprem gibi İstanbul’un sahil şeridini, eski yerleşim bölgesini
“yerle bir” edecek.
Kentte kalıcı olduğunu zannettiğimiz kamu alanları, caddeler, yollar, binalar
hızla değişecek. İstanbul’da yeni kent merkezleri oluşacak. Köprülere doğru,
Boğaz’a dikey bir biçimde gelişen kentin anayolları Marmara sahiline doğru
uzanacak. Bu “deprem” iyi yönetilirse, doğal bir depremin afet halini almasını
engelleyip binlerce insanın hayatını kurtarabilir. Bu insan yapımı, yeri, zamanı
ve büyüklüğü belli olan “deprem”, diğerini alt edebilir. 2006’da Birleşmiş
Milletler Eğitim ve Kültür Örgütü UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin o zamanki
yöneticisi Minja Yang, Marmaray’ın kentte yaratacağı değişimin boyutlarına
dikkat çekmek için, “Bu proje kötü yönetilirse İstanbul için bir felaket, iyi
yönetilirse müthiş bir fırsat olabilir, bu sizin elinizde” demişti.
Bu proje, binlerce insanın hayatını kurtarmak için kaçırılmaması gereken bir
fırsat. Bu kent operasyonunun başarılı olması için gelişmelerin yönetimler
tarafından en başından algılanıp buna göre transfer merkezlerine ve etrafındaki
mahallelere yayılmasını sağlayacak stratejilerin oluşturulması gerek. Bu çaptaki
projelerin yönetiminde yeni yöntemler kullanılması, yeni kurumsal yapılar
oluşturulması amaçlanmalı. Nitekim Ulaştırma Bakanlığı, İstanbul’da bir proje
yönetim birimi oluşturmuş durumda. Ayrıca günde 1,5 milyon kişilik geçiş
yoğunluğunun ortaya çıkacağı belli olan Yenikapı’da bir pilot uygulama
gerçekleştirilmeye çalışılıyor. İstanbul’un yeni merkezi ve Avrupa’nın en büyük
kentsel transfer noktalarından biri olacak Yenikapı’da çok yönlü bir program
çerçevesinde bir mimari hizmet alımı hedefleniyor.
Bir ulaşım projesi değil
Proje alanı, Tarihi Yarımada’da, İstanbul metropolü için en önemli raylı
sistemlerin, Aksaray-Havaalanı Metro, Taksim-Yenikapı Metro ve Avrupa ile
Anadolu yakasını birbirine bağlayan Marmaray’ın bulunduğu kesişme noktasında yer
alıyor. Bölgedeki kazılarda 1600 yıllık Theodosius Limanı kalıntılarından, 8500
yıl öncesine ait Neolitik dönem yerleşmelerine uzanan buluntular ortaya çıktı.
Alanın hem çevresiyle bütünleşen bir transfer merkezi hem de dünya tarihi
kültürel mirası açısından bir “çekim noktası” olarak geliştirilmesi amaçlanmalı.
Oysa hazırlıkları 30 yıl öncesine giden bu kapsamlı proje Başbakan’ın “Çanak
çömlek çıktı diyerek bizi beş sene oyaladılar” sözlerinde de ifadesini bulduğu
gibi, şimdilik yalnızca merkezi otoritenin ulaşım projesi olarak
tasarlanıyor.
Kenti yeniden yapılandıracak bu dönüşümün sadece bir ulaşım projesi olarak
tasarlanması mümkün değil. Projenin yönetimini kentselleştirmek için işlevler
arasında koordinasyonla sınırlı kalmayan bir “akışkanlık” sağlanması zorunlu.
Proje için çok aktörlü ve çok katmanlı bir yönetim modeli geliştirilemediği
sürece bu merkezlerin planlanmasında belediyelerin elinden, üstündeki alanları
düzenlemek, etrafına çiçek dikmek ve gelişecek ranttan pay almak için yenileme
alanı ilan etmekten başka bir iş gelmeyecek.
İnşaat şirketleri, teknokratlar tarafından gerçekleştirilen “anonim”
projeler, ne kadar iyi düşünülmüş olursa olsunlar, bu çaptaki bir kentsel
operasyonunun içerdiği farklı öncelikleri dikkate alabilir mi? Yalnızca “iş
görsün, ihtiyaç karşılansın” mantığı ile gerçekleştirilen projeler yaratıcılığa
açık olabilir mi? Bu yeni kent odaklarının Marc Augé’nin deyimiyle birer
“yok-yer” (non-lieu) olmasının ötesine geçebilir mi?
Kentin yeni cazibe merkezlerini oluşturacak transfer alanları uluslararası
mimari proje yarışmalarına açılmalı. Kentsel hareketliliği temsil kabiliyeti
olmayan planlama anlayışı gözden geçirilmeli. Arkeoloji, kentsel dönüşüm,
ulaşım, kültürel miras gibi farklı öncelikler sınırlı kamu yararı kavramını
temsil etmek için değil, enerji üretmek için işlev görmeli. Türkiye’nin
imzalamış olduğu uluslararası sözleşme kapsamında UNESCO Dünya Miras
Komitesi’nin kararlarında yer alan “Yönetim Planı” uygulaması farklı öncelikleri
birbiriyle ilişkilendiren, katılımcı ve çok yönlü bir kent deneyimi için
değerlendirilmeli. Bu fırsat kent lehine kullanılmalı.
|