imar Sinan’a edilen bir teşekkürle başlıyor Takva. Ama en güzel teşekkür, filmde ana mekan olarak, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eserini; Haseki Külliyesi’ni kullanmak belki de... “Filmin görsel zenginliği, aslında bizim değil, Mimar Sinan’ın büyük yeteneği sayesinde oldu” dese de filmin senaristi Önder Çakar, film Haseki Külliyesi’nin nasıl bu kadar güzel perdeye yansıtabileceğinin bir ispatı aslında. Sadece Haseki Külliyesi’ni de değil film, tüm mekanları aynı hassasiyetle ve aynı güzellikle yansıtıyor. Fatih’e başka bir gözle bakmamızı sağlıyor, ahşap evlerin sıcaklığını hissettiriyor bizlere. Muharrem dergaha taşınma kararı aldığında, en az O'nun kadar bizi de üzüyor o evi geride bırakmak.
Ne zamandır görmediğimiz o eski usul kilidi açıp girivermek istiyoruz Muharrem’in evine. Evin yaşanmışlığına dahil olmak istiyoruz, O evini bırakıp giderken. Neredeyse kızıyoruz Muharrem’e bu terkedişten dolayı. Ama dergah Muharrem’e kızmamamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Muharrem’in çalıştığı hanı görünce bir kez daha özlem duyuyoruz sayıları tükenmekte olan zanaatkarlara. Biz de -Ali Bey gibi- bir kahve içmek istiyoruz hanın bahçesine karşı. Dört bir yanımız alışveriş merkezleriyle dolmuşken, Kapalıçarşı’ya gitmek istiyoruz yağmura rağmen.
Ahir zamanların, ahir mekanların ruhunu taşıyan Takva’nın senaristi Önder Çakar’la, Cihangir’de Firuzağa Çay Bahçesi’nde filmin mekan kullanımını, mekan algılamasını ve mekanların öykü kurmadaki etkisini konuştuk.
Sinema ve mekan bağlantısından biraz bahsedebilir misiniz?
İç dekorasyonuyla, dışarıdan görünümüyle yani, her şeyiyle mekan sinemada, özellikle çağdaş sinemada, en az oyuncu kadar önemli bir yere sahip. Çünkü her mimari yapı ve bu yapıların iç dekorasyonu, içinde ideolojileri, simgeleri ve imgeleri barındırır. Sözsüz, oyuncusuz, rejisiz sadece mekanları göstermek bile sinemada bir yorum yapmak anlamına gelir. Dolayısıyla mekan, çağdaş sinemanın en temel ayaklarından birini oluşturur. Bu, bazı filmlerde iyi yapılır, bazı filmlerde biraz eksik kalır. Yönetmenin ustalığı ile ilgili bir şeydir aslında. Ama önemli olan, yönetmenin anlatmak istediği duyguyla paralel gelişen mekan ve dekorasyon kullanımıdır.
Takva’daki mekan kullanımını nasıl buluyorsunuz?
Takva’da mekan kullanımının çok zengin ve başarılı olduğunu düşünüyorum. Başarı, Yönetmen Özer Kızıltan ile Sanat Yönetmeni Erol Taştan’a ait olduğu için, “başarı” kelimesini kullanma hakkını buluyorum kendimde.
Zaten mekan seçimi, bizim ekip olarak tartıştığımız bir konu idi. Sinemanın kolektif bir biçimde yapılanından yana olduğumuz için Hafriyat Plastik Sanatçı Grubu’ndaki arkadaşlarımızın da fikirlerini aldık. Onların uygulamadığımız bazı fikirleri de oldu. Örneğin onlar filmde dergah ya da tekke değil de İstanbul’un beton evlerini kullanmamızı önermişlerdi. Ama ben bu fikre karşı çıktım. Çünkü psikolojik olarak, Muharrem’in yaşadığı ruhsal bunalımın nedeninin, kendisinden başka hiçbir şey olmasını istedim. Muharrem’in doğru kabul ettiği dünyanın ve ideolojinin en estetik yapıları içine O’nu yerleştirerek, onun bunalımına mekansal ya da mimari bir baskı oluşturmak istemedim. Yoksa biliyoruz ki; Türkiye’de zikir faaliyetleri yasak olduğu için pek çok tarikat zikir törenlerini bodrum katlarında, İslam Kültürü’nden süzülmüş objelerle değil de kötü yazılmış sloganlarla –slogan diyorum çünkü hat değil onlar, hat başka bir şey- kötü Mekke resimleriyle zevksiz döşenmiş mekanlarda yapıyor. Bunu da göstermek ülkenin sorunlarına önemli bir katkı olurdu kuşkusuz ama filmimizin konusu dışında kalırdı. O yüzden biz, Muharrem’in özel hayatını geçirdiği mekanları yani çalıştığı iş yerini, yaşadığı evi, dergahı eski İstanbul geleneksel mimarisi içerisinde yerleştirdik.
Zaten filmde Muharrem’in yaşadığı ev, çalıştığı han, geçtiği sokaklar Muharrem’in kim olduğuna ve nasıl bir hayat sürdüğüne dair ipuçları veriyor...
Evet, hem de ciddi ipuçları veriyor. Çünkü sinemada karakter analizleri bunlara göre yapılıyor. Sanat Yönetmenimiz Erol Taştan ile gençliğimizden beri birlikte çalışıyoruz ve ben yeteneklerinin sınırsızlığını biliyorum. Muharrem’in evini O dekore etti ve eve otomatik çamaşır makinesinden televizyona kadar herşeyi koydu. Kahramanımız televizyonu, çamaşır makinesini kullanmayabilir ama evinde var. Yani bunlar, Muharrem’in sınıfını, kültürünü ve sosyolojik yapısını ortaya çıkarmak için kulanıldı. Onun dışında Muharrem’in, tarikatın verdiği görevleri yerine getirmek için geleneksel yapının dışına çıktığı, kapitalist insan ilişkileriyle yüzleşmek zorunda kaldığı alanlar ise genellikle beton binalar ve yeni binalar. Beton binaları hem kentin sevmediğimiz dokusunu deşifre etmek, hem de İstanbul’a filmde yer vermek amacıyla kullandık.
Takva’da Mimar Sinan’a bir teşekkür yazısı yazmışsınız?
Evet, Takva’nın başında Mimar Sinan’a bir teşekkür yazısı yazdık. Çünkü filmin temel mekanı olan dergah yani, Haseki Külliyesi, O’nun eseri. Nerden bakarsanız bakın, hangi açıdan hangi objektifle bakarsanız bakın olağanüstü fotoğraflar veriyor. Bu rastlantı olamaz, hesap işi. Dergah, cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşme olmak üzere altı tane yapının bir araya getirildiği bir topluluk. Güneşle, rüzgarla, eğimle ilişkisi hesaplanmış her bir yapının oluşturduğu bu topluluk 600 yıldır görenleri etkiliyor. Filmin görsel zenginliği, aslında bizim değil Mimar Sinan’ın büyük yeteneği sayesinde oldu.
Türkiye geleneksel mimariye sahip mekanların çok bol olduğu bir ülke. Sanırım bu da sinemanız için büyük bir avantaj.
Tabi, sinemada böyle mekanlar avantaj olarak kullanılabilir. Eninde sonunda sinema yapıyoruz, kartpostal sanatçısı değiliz. O yüzden de iyi manzaralar aramıyoruz. Ama zaten bir yapının estetize edilebilirliğinin en güzel örneğini Mimar Sinan gösteriyor.
Hanın mimarını bilmiyorum, ama üç katlı, iç avlulu olağanüstü güzel bir yapı ve yıkılmak üzere. Tophane'de eski bir Kadiri Dergahı var; Muharrem’in, delirmesine yakın içinden geçtiği yanmış dergah. Televizyon programında bir İslam uzmanı bana neden yanmış bir dergahı filmimizde kullandığımızı sordu. Ben de “Siz neden onarmıyorsunuz o dergahı?” diye yanıtladım onu. Bu kadar muhafazakar, bu kadar geçmişi özleyen, bu kadar değerlerine sahip çıkma söylemi olan bir ideoloji, geçmişine nasıl bu kadar kayıtsız kalabilir ve nasıl sırtını dönmüş olabilir anlamıyorum. Aslında filmde biraz bunu da eleştirmek istedik.
Muharrem’in fantezileri hep yeni, beton binalarda geçiyor. Fantezilerinde ise bir kadın var. Sanki beton binalarla kadın özdeşleşmiş gibi. Yaşamına beton binalar ne kadar uzaksa kadın da o kadar uzak...
Evet, doğru. Fantezilerinde kadın hep betonların içinde. Ama zaten Muharrem’in kadınlarla ilgili sorunu sadece İslam kültüründen kaynaklanan bir sorun değil. Bu, Süleymaniye’de o yaşlarda bir erkeğin cinsel bir problemi. Bunu dini bir durumla kıyaslamak doğru değil. Çünkü, İslam kültüründe erken evlenmek neredeyse bir gelenek. Kendini kadınsızlığa mahkum etmek de İslamiyet’te var ama gerekli değil.
Minibüste tanımadığı bacağı açık kıza değmemeye özen göstermek, kira topladığı evde kadının ayakkabısının yanına ayakkabısını koyarken çekinmek, uzun yıllar, belki de bir ömür boyu, kadınsız yaşamak, aslında kadın meselesini çözdüm sanıp sadece kadın meselesine esir olmak Muharrem’in genel ruh halleri. Ama bu ruh hallerinin mekan seçimine nasıl bir etkisi var bilmiyorum.
Türk seyircisinin mekan algılaması nasıl?
Seyirci, Takva’daki mekanları kiraladık ve oralarda çekim yaptık zannediyor. Dergahı kiraladık zannediyor mesela. Halbuki orası boş bir mekandı. Halısından içindeki hattına, mikrofonundan şöminesine kadar biz döşedik dergahı. Muharrem’in evi aslında içinde başka birisinin yaşadığı bir ev değildi. Muharrem’in çalıştığı handa çuvalcı yok mesela. Çuvalcının yanında süpürgeci de yok. Orası gümüş imalatı yapan bir han.
Örneğin Gemide’de tek bir mekan varmış gibi görünüyor. Ama, Yönetmen Serdar Akar filmde çok iyi mekan kullandı bence. Odalar örneğin... Ama mekan içi görüntülerin hiçbirini gemide çekmedik. Zaten bir gemiyi haftalarca kiralayabilecek gücümüz yoktu. Geminin dış çekimlerini gerçekleştirdik ve sonra iç çekimleri dekorda yaptık.
Takva’yı çektiğiniz yerlerde; Fatih’te, Eminönü’nde ve İstanbul’un daha pek çok bölgesinde hayata geçirilmek istenen Kentsel Dönüşüm Projesi var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Projenin içeriğini tam olarak bilmiyorum ama bence önemli olan projenin insan odaklı olup olmaması. Binalar zaten insan için yapılmış. İnsanın sosyal ve kültürel alanda paylaşımına açık bir kent yaratmak ancak çağdaş bir kentçilik anlayışı olabilir. Elbette geleneksel yapılarımızın turistik amaçlı sergilenmesi, gezilmesi, öğrenilmesi gerek. Elbette uygarlık tarihimiz açısından yeni kuşaklara aktarılması gerek. Ama eğer başka amaçla kullanılıyorsa bunlar, içinde biz var olamıyorsak o zaman başka. Çırağan Sarayı’nı restore edip orayı otel yaptılar, ondan bana ne ki! Orası, Osmanlı İmparatorluğu’nun dramının yaşandığı bir saray.
Evet, orası yanmış yıkılmıştı ama biz o haliyle bile oranın güzelliğini yaşayabiliyorduk.
Orayı başka türlü yeniden kazanmak yerine otel yaptılar. Şimdi içeri girmek için 200 dolar istiyorlar. Dönüştürmek dedikleri buysa, restore edip tekrar kullanıma sokmak dedikleri buysa ben ona karşıyım.
Çarpık yapılaşma konusunda sanırım biraz bizde de suç var...
Elbette var. Bu binaların tümü bizi yönetenler tarafından zorla yaptırılmadı ve biz onların zoruyla tıkılmadık bu binaların içlerine. Binaların imar izinlerini, ruhsatlarını devlet veriyor ama rüşvetleri de biz veriyoruz. Binamızın üzerinde kiraya verilecek bir katın daha olmasında fayda görüyoruz.
Bu, bütün ülkede böyle. Bugün Erzurum’un bir sokağı ile Aydın’ın bir sokağı, Antalya’nın bir sokağı ile Diyarbakır’ın bir sokağı arasında mimari olarak hiçbir kimliksel fark yok! Böyle bir şey olamaz! Ankara’da mıyız Zonguldak’ta mıyız belli değil.
|