on yerel seçimlerden önce "...İstanbul Türkiye'nin vitrinidir, bu nedenle İstanbul'un gelişmesine büyük önem veriyoruz... Yerel seçimlerden sonra İstanbul tarihsel bir dönüşüm yaşayacak ve Türkiye'nin gelişmesinin lokomotifi ve örnek bir dünya şehri olacaktır" diyen sayın Başbakan, geçtiğimiz günlerde İstanbul'a girişlerin sınırlandırılmasına ilişkin görüşler ileri sürüyordu.
En üst düzeyde ifade edilen bu iki söylem arasındaki fark, kuşkusuz ki İstanbul'un giderek artan sorunlarıyla baş edememenin yol açtığı ve olağandışı çözüm arayışlarına kadar giden bir çaresizliği yansıtıyor. Büyük bir metropolün gelişip büyümesi, hele gelişen bir ülkede, kuşkusuz ki çok karmaşık ve yönetimi güç bir olay. Yoğun ekonomik etkinliklerin, sürekli yüksek bir göçün, zengin bir tarihsel mirasın ve kırılgan bir doğal sitin bir araya geldiği İstanbul gibi sıra dışı bir örnekte, bu yönetim güçlüğü daha da kritik boyutlar kazanıyor.
Bu büyüklükte bir göçün, yüzölçümünün yarısından çoğu korunması gerekli ormanlar ve su havzalarıyla kaplı narin ölçülerde bir yarımada coğrafyasına gelmesi, sürdürülebilirlik şansı sınırlı zor bir büyüme tablosu ortaya çıkarıyor.
İstanbul'un bu zor büyüme tablosunu kavrayabilmeyi ve bunun kentin planlamasıyla sağlıklı ilişkilerini kurabilmeyi güçleştiren öncelikli bir neden, bu gelişmenin bir süredir idari sınırların (yani ayni zamanda il sınırları olan Büyükşehir Belediyesi sınırlarının) dışına taşmış olması. Kentin bugünkü toplam nüfusu 15 milyona yaklaşıyor, fakat bunun 3 milyona yakın kesimi idari sınırlar dışında yerleşmiş bulunuyor (doğuda Gebze ve ötesinde, batıda Çorlu ve Silivri'ye doğru olan alanlarda).
Çevrede yerleşmiş olan bu nüfus, kentin sürekli bir biçimde yayılarak büyümesiyle giderek artıyor. Son geliştirilen nüfus büyüme öngörülerinin ortalaması, yeni düzenlenen İstanbul planının hedef yılı olan 2023'te toplam nüfusun 22 milyon civarında olacağını gösteriyor. Oysa bugünkü idari sınırlar içinde kalan alanın, orman alanlarına, su havzalarına ve kaliteli tarım topraklarına girilmedikçe, en fazla 14-15 milyon nüfus alabileceği kabul ediliyor. İdari sınırlar içindeki alanlara bugünkü yerleşme yoğunluğunu artırarak daha fazla nüfus alabilmek ise istenen bir şey değil. Zira kentin bugünkü ortalama yoğunluğu, zaten Avrupa metropollerinde görülen yoğunluğun üç katına yakın.
Sürekli aşılan sınırlar
Bu nedenle idari sınırlar içindeki yerleşme dışı kalması gerekli alanların, nüfusla beraber artacak yerleşme baskılarına karşı korunacağını kabul eden iyimser bir planlı gelişme senaryosuna göre, 2023 yılı için öngörülen yaklaşık 22 milyonluk İstanbul nüfusunun 7-8 milyonu, yani yaklaşık üçte biri bugünkü idari sınırlar dışında yerleşmiş olacak. Böyle bir senaryoda kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak durum ise, doğu-batı yönlerinde uzayıp gidecek ve ulaşım ilişkilerinin kritik bir önem kazanacağı sorunlu bir yerleşme biçimi olacak. Bu mekânsal gelişme tablosu, İstanbul'un büyümesine ve bu büyümenin yönetimine bugünkü idari sınırlar içinde kalarak bakmanın, artık gerçekçi bir yaklaşım olmaktan çıktığını gösteriyor.
Yapılan nüfus öngörüleri, İstanbul'a yönelik bugüne kadarki göç oranının, sınırlı ölçülerde azalarak da olsa devam edeceği varsayımına dayanıyor. Kuşkusuz göç oranını, azalma veya artma yönlerinde etkileyebilecek çeşitli faktörler söz konusu. Bunların içinde en önemlisi, Türkiye'de hâlâ yüzde 30'ların üstünde olan tarım sektörü işgücü oranının giderek yüzde 10'lara düşeceğinin beklenmesi. Tarımdan kopacak bu nüfusun mekânda yönlendirilmesi, Türkiye'nin bugüne kadar başaramadığı ülkesel mekân planlamasıyla yakından ilişkili. Ancak çeşitli ülkelerde yaşanan örnekler, büyük bir metropolün çekiciliğine bağlı göç akımlarını başka yerlere yönlendirebilmenin büyük güçlükler taşıdığını gösteriyor.
Diğer yandan bugün büyük metropollerin küresel sistemin odak noktaları olarak kazandıkları önem, onların çekiciliğini giderek daha da artırıyor. Bu bağlamda göçün metropoller açısından özellikle bugünün koşullarında önem taşıyan yanı, olabildiğince kaliteli bir nüfusu çekerek rekabet gücünü yükseltebilmek. Metropollerin ülke ve bölgesiyle ilişkilerinde, büyüme veya sosyal adalet açılarından bakıldığına göre çelişkiler içeren böyle bir tablo, göçün yönetimine bütün kademeler açısından büyük bir önem kazandırıyor.
Özellikle büyük metropollerin mekânda genişleyerek idari sınırlarının dışına taşması, aslında dünya genelinde yaşanan yaygın bir durum. Refah düzeyinin ve ulaşım olanaklarının artmasına bağlı olarak yaşanan ve sürdürülebilir olmadığı kabul edilen bu tabloyla başa çıkabilmek amacıyla idari sınırların metropolün bütününü yönetebilme olanağını sağlayacak yönde genişletilmesi, bugün artık öncelikli bir planlama ve yönetim sorunu.
İstanbul gibi bir gelişen ülke metropolü söz konusu olduğunda bu tabloya bir de sürekli göç olgusunun eklenmesi, idari sınırların bu amaçla yeniden düzenlenmesine daha da büyük bir önem kazandırıyor. Bunun için bugünkü 'Büyük İstanbul' yerleşme alanının bütününü içine alacak bir 'Metropoliten Yönetim Kademesi'nin oluşturulması ve 'Büyük İstanbul Metropoliten Planı'nın düzenlenmesi gerekiyor.
'Kademe'ler önemli
İstanbul örneğinde bu Metropoliten Yönetim Kademesi'nin Bölge Yönetim Kademesi'yle (Türkiye'de bu kademe AB yaklaşımları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılıyor ve ülkeye özgü nedenlerle eleştiriliyor) işbirliği yapması, kente yönelik göçü bölge ölçeğine yayarak metropol üzerindeki baskıyı hafifletecek politikalar izleme olanağını verebilecek. Metropoliten ve Bölge Kademeleri arasında yapılacak işbirliğinin diğer önemli bir yanı, İstanbul'un küresel yarışa bölge ölçeğinde daha güçlü bir toplam potansiyeli kullanarak katılma şansını sağlayacak olması.
Yönetim kademeleri arası daha başka ilişkilere de bağlı olarak, bugün artık İstanbul gibi büyük metropollerde hem bölge ve hem de ülke yönetim kademeleriyle entegre ilişkiler içinde çok kademeli bir yönetim biçimine geçilmiş bulunuyor. Yönetim sürecinde yer alan kamu dışı diğer oyuncuların da yer almasıyla, bu giderek 'Çok Kademeli bir Yönetişim' oluyor. Böyle bir durumda temel sorun, kademeler ve oyuncular arasında olması gereken iletişimi ve işbirliğini sağlayabilmek.
Bu güçlükte ve karmaşıklıkta öğeler içeren bir büyüme tablosunun yönetimine, hangi anlayışla ve çözüm arama düzlemleriyle yaklaşıldığı öncelikli bir önem taşıyor. Bugün hâlâ belli bir tarihte bitirilip kesinleşecek teknik bir tasarım gibi ele alınan bir planlama anlayışında, ne planlama-uygulama sürekliliğini, ne uygulamanın sosyal ve ekonomik ilişkiler içinde gelişen siyasal bir süreç olduğunu, ne bu sürecin içinde gelişeceği karar çevresinin ve kullanacağı araçların sonucu belirlemede taşıdığı önemi ve ne de bütün bunlara bağlı olarak planlamayla yönetimin iç içe geçmişliğini kavramak mümkün oluyor. Böyle bir anlayışın sınırlamaları içinde, İstanbul'un gelişmesinin stratejik bir yönetimine geçmek ve bu yönetimin gerektirdiği hareket alanlarını açmak, işbirliği yaklaşımlarını geliştirmek bir türlü gündeme gelmiyor.
Yeni yaklaşımlar
Oysa böyle bir planlama ve yönetim anlayışı çerçevesinde izlenen yeni yaklaşımlar, bugün artık dünyanın birçok başarılı metropolünde yaygın olarak izleniyor. İstanbul'un sonuçlarını birçok alanda hepimizin yaşadığı planlama ve yönetim düzeyi, ne yazık ki bu yeni yaklaşımları içerecek bir kapasite sergilemiyor. Bunun sonucunda giderek ortaya çıkan, biriken sorunlarla ve kaçırılan fırsat maliyetleriyle tam bir kriz tablosu. Bu krizi yönetebilmenin gerektirdiği kapasiteyi tanımlayacak, bu kapasitenin nasıl geliştirilebileceğini dünyadaki başarılı metropol örnekleri üzerinden öğrenmeye açık yeni bir anlayışa geçmek gerekiyor.
Zira İstanbul, çok yönlü potansiyeli ve çekiciliğiyle büyük bir dinamizm sergileyerek almış başını gelişiyor. Bunun günahıyla ve sevabıyla ne ölçüde sürdürülebilir bir gelişme olacağı, bu gelişmenin nasıl yönetileceği ile yakından ilişkili bulunuyor.
Dr. Polat Sökmen / Mimar, şehir planlamacısı
|