br/>
Neslihan Türkün Dostoğlu, 'Mimarlık ve Kadın Kimliği' (Boyut Yayın Grubu - Mart 2002) isimli kitapta yer alan makalesinde 1934 - 1950 yılları arasında Akademi mezunlarının yüzde 4 - 6'sının kadın olduğunu belirtiyor ve bu dönemden çalışmalarıyla en çok tanınanlara örnek olarak Harika Alpar Söylemezoğlu ile Mualla Eyuboğlu Anhegger'i gösteriyor. Kemali Söylemezoğlu ile yaptığı evlilik ile iş yaşamını evliliğe de taşıyan ilk çiftlerden de olan Harika Alpar Söylemezoğlu, "İnanmadığım, samimiyetsiz hiçbir işe girmedim" diyor, ama alçakgönüllüce eklemeyi de unutmuyor: "Ben büyük işler yapmış bir mimar değilim".
Leman Tomsu ve Münevver Belen'den sonra gelen ilk kadın mimarlar arasında sayılan Harika Alpar Söylemezoğlu ile genç Cumhuriyet'in ilk yıllarını, bir meslek olarak mimarlıkla ilk tanışmasını, mimarlık eğitimini ve yaşamını nasıl şekillendirdiğini ve Kemali Söylemezoğlu'nu konuştuk.
M. TUFAN: Cumhuriyetin ilk yıllarında kendinize örnek alabileceğiniz çok da fazla model yoktu. Mimar olmak için sizi motive eden ne oldu?
Hep inşaatla ilgili bir aileydik. Belki de o yüzden mimarlığı seçtim. Babam, orduda inşaat mühendisiydi. Hatta, Bağdat demiryolunun yapımı sürecinde çölde çalışan ekip arasında yer almış. Ben 5.5 - 6 yaşlarındayken Ankara'ya taşınmışız. Babam, o sıralar askeri fabrikaların inşaat müdürü. Ağabeyim de Almanya'da mimarlık okudu.
Aslında liseyi bitirirken, seçeceğim meslek konusunda hala çok kararsızdım. Çünkü mimarlık mesleğine çok alaka duyduğum halde, bir kadının mimar olabileceğini düşünemiyordum.
Akademi'nin sınavlarına sanırım 150 kişi girdik, 48 kişi aldılar. Ama daha okulun başında bu sayı hemen 24'e düştü. Belki, başka okullara da başvuranlar vardı. Sanırım bazıları da cesaret edemedi. Çünkü mimarlık hakikaten fedakarlık isteyen bir iştir, memur gibi çalışamazsın. Birbiriyle çok iyi anlaşan, çok talihli bir sınıfımız vardı. Sınıfta 4 kız 20 erkek öğrenciydik. İlk kez aynı sınıfta 4 kız.
M. TUFAN: Akademi'de nelerle karşılaşmayı bekliyordunuz ve nelerle karşılaştınız?
Aslında bizden evvel, Prof. Egli Akademi'deki mimarlık eğitiminde büyük bir yenilik yapmış. Biz başladığımızda, o gitmişti. Tek önemli adam vardı, o da Sedad Hakkı Eldem. Burhan Toprak da müdür olarak atanmıştı. Burhan Toprak, edebiyatçı fakat ben o zamanlar onun kıymetini bilmiyordum. Mesela şimdi Sabahattin Rahmi'nin 'Yunus Emre'sini okuyorum. Orada diyor ki, "Bana Yunus Emre'yi ilk tanıtan Burhan Toprak'tı". Oysa biz onu sadece Fevzi Paşa'nın damadı olarak biliyorduk.
Burhan Toprak, Akademi'yi doğru düzgün bir hale getirmek için gayret sarfediyordu, ama Sedad Hakkı Eldem tam bir diktatördü. Sedad Hakkı'ya soru sorulmazdı. Öyle ki, düşündüğünüz bir şeyi söylediniz diye size ceza verebilirdi. Örneğin, projenize bakmazdı. Çok iyi hatırlıyorum, Orhan Tulon bir gün bana gelip dedi ki, "Harika, Sedat Bey bana kızdı, benim projeme hiç uğramıyor". Ben de dedim ki, "Onun kolayı var, ben sana bir şirinlik muskası yazarım".
Biz ikinci sınıftaydık sanırım, Bruno Taut geldi. Taut, fevkalade kıymetli bir mimar ve öyle büyük ve güzel bir sergi açmıştı ki. Konferanslarını dinleyebildik ama onun derslerine yetişemedik. O da diploması olmayan mimarlardandı. Sedad Hakkı'nın Bruno Taut gelince aldığı tavır bizleri şaşırttı. Daha sonra gelen ecnebi profesörlere, onları görmemiş gibi davranmadı. Seneler sonra kesin olarak gösterdi ki, Akademi'de kendisinden başka bir hocanın söz sahibi olmasına imkan tanımıyor.
M. TUFAN: Akademi'de okurken, genel yaklaşım nasıldı, nasıl tepkiler alıyordunuz? O dönemlerde kadınların daha çok diploma almak için okudukları yönünde bir eleştiri var, katılıyor musunuz? Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlar, daha çok görev aşkının öne çıktığı öğretmenlik gibi mesleklere yoğunlaşıyordu değil mi? Yoğun entelektüel çaba ve üretim gerektiren işlerde pek yoktular.
O dönemde kadınlar memnuniyetle yüksek tahsil yapmak istiyordu. Fakat bunu sadece bir titr sahibi olmak için mi istediklerini doğrusu bilemiyorum. Herşeyden önemlisi alışkanlık denilen bir şey var. Sorardınız bir genç kıza ne olacaksın diye, 'öğretmen' yanıtını alırdınız. Ama ben, öncelikle serbest meslek sahibi olmak istiyordum. Pekçok kimse, avukat olmamı önerdi. Avukat olmayı hiçbir zaman istemedim.
M. TUFAN: Sınıfta sadece dört kızdınız. Bu, işinizi kolaylaştırdı mı, yoksa zorlaştırdı mı?
Bizim sınıf, çok enterasan ve çok hoş bir sınıftı. Ben, sınıfta çok iyi bir durumdaydım ve notlarım da çok iyiydi. Kız olmamızdan dolayı bir sıkıntı olmadığı gibi, aramızda da bir çekişme yoktu. Biz Akademi'ye başladıktan sonra, Burhan Toprak, daha çok çalışılması için sömestr tatilini kaldırmaya karar verdi. Zaten sabah 09:00'dan akşam 18:00'e kadar dersteyiz. Üçüncü sınıftan sonra dersler azalıyor ve projeler ağırlık kazanmaya başlıyordu. Onun için üçüncü sınıfları alakadar etmiyordu bu. Hatta sömestr tatilinin kalkması onlar için daha iyiydi, zaten çalışmaları gerekiyordu. Biz ilk iki sınıf, "Yahu bu olacak iş değil" dedik. Sınıfta toplam 3 kişi olmazsa ders yapılmamış sayılıyor ve biz de "Gelmeyelim o zaman" dedik. Elbette, her sınıfta olduğu gibi bizim sınıfta da korkanlar vardı. Biz de nöbetçiler koyduk. Türkiye'de ders boykotu yapan ilk sınıf biziz sanırım. Bir hafta sonra tekrar sömestr tatili hakkımızı aldık, başarılı bir boykot oldu yani.
S. ÖZFİLİZ: Ben de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi mezunuyum ve sanırım o zamanlardan bugüne sürdürülen bir gelenek var. Beaux - Arts etkisi oldukça güçlüydü. Akademi yıllarını biraz daha açabilir misiniz?
Akademi'de bir sanat havası vardı. Sürekli resim ve heykel sergileri yapılırdı. Resim çizerken canlı model ile çalışılırdı. Bunlar, işin mühendislik yönünün katılığını yumuşatan ve sanat kapısını açan şeylerdi. Akademi'de eğitimin gerektiği gibi olmadığını düşündüğüm halde, yine de severdim. O zamanlar sürekli 'milli mimari'den söz ediliyordu, ama ne 'milli mimari' üzerine bir konferans düzenleniyordu, ne de bir kitap bulabiliyordunuz.
M. TUFAN: 'Milli mimari' üzerine bir uzlaşı yoktu yani?
Sedad Hakkı, sivil mimariden klasik binaları 'milli mimari'den sayardı, ama daha sonrakileri bunun içine almazdı. Rölöve projesi almaya gittim. Sedad Bey, nerede oturduğumu sorunca, Erenköy'de oturduğumu söyledim. Oraya gitmemi ve 'milli mimari' bünyesindeki binaların fotoğraflarını çekip getirmemi istedi. Benim de içimde birikmiş, hocam 'milli mimari' nedir bilmiyorum dedim. Üçüncü sınıfta olduğumu ve başından beri bütün derslere devam ettiğimi, kütüphanede çalıştığımı, konferanslara katıldığımı, ama bir kimseden 'milli mimari'nin ne olduğunu duymadığımı söyledim. Tabii bu sözlerimle öğretimdeki büyük eksikliği kastettiğimi anladı. Kıpkırmızı oldu. Bir kağıt aldı eline ve bir geniş saçak, bir şah niş ve iki uzun pencere çizdi. "İşte" dedi. Buysa, o kadarını biliyorum hocam dedim.
Benim bu protestom için, üzerinde iki sene çalışmamı gerektirecek bir röleve projesi verdi ki, rokoko çiçeklerle süslenmiş panoları 1 / 20 ölçeğinde çizmeye adeta mahkum edildim.
S. ÖZFİLİZ: Mezuniyetten sonra kariyeriniz nasıl gelişti, ne tür yapılar projelendirdiniz?
Mesleki Tedrisat'ta Kız Enstitüleri üzerine yoğun çalıştım. Sonra, Kemali Ankara'ya geldi. Evet, orada kadın erkek ayrımı vardı. Fakat ben o kadar iyi niyetle aldırmıyordum ki. Mesela en mühim bir yerde Kız Enstitüsü binası yapılacak ve ben o zamana kadar o işte çalışmışım ama o işi Orhan Deniz'e verdiler. Seneler sonra Kemali'ye orada haksızlık yaptıklarını söylediğimde, Bonatz yaptı dedi.
M. TUFAN: Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kadın mimarların daha çok kamu yapılarına yönelmeleri bir ayrımcılık mıydı, yoksa başka nedenleri de var mıydı?
İş aradığınız zaman, kimse kadın olduğunuz için almamazlık etmiyordu. Ancak, mühim projeler size verilmiyordu. Öbür taraftan, ben 1943 yılında Ankara'ya gittim. Köy Enstitüleri kuruluyordu. Sebahattin Eyuboğlu'nun kız kardeşi Mualla da benden sonra mezun olmuştu. O, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne tayin oldu ve bana da gel dediler. Köy Enstitülerine hayran olmama rağmen, gitmedim. Henüz yeterince tecrübeli hissetmiyordum kendimi. Köy Enstitüsü'nde mesleğimi iyice ilerletebilmek için tecrübeli mimarlarla çalışmak olanağı olmadığı gibi, orada yapılacak basit binalar için tatbikat tecrübesi gerekliydi.
Hafta sonları uğrardık ve gerçekten çok güzel olurdu. Bu vesileyle Aşık Veysel'i, Ruhi Su'yu tanıdık. Ancak, gitmediğim için pişman da değilim. Mimarlık çizmekle öğrenilmez ki... Bir işi bir işçiye yaptırırken başında bulunacaksın.
S. ÖZFİLİZ: Evlenince İstanbul'a geldiniz. Dolayısıyla İstanbul'un yarım asırlık serüvenine şahitsiniz.
Tabii, evlenince İstanbul'a geldik ve Kemali de Akademi'ye hoca olarak başladı.
S. ÖZFİLİZ: Bir mimar olarak İstanbul'un geçirdiği değişimi, mimarlığın gelişimini nasıl görüyorsunuz? Hep şikayet ediyoruz, değiştirmek istiyoruz ama mimar olduğumuz halde de değiştiremiyoruz.
Bu sorunuz çok derin bir cevap gerektiriyor. Demokrat Parti iktidara gelince, Türkiye'nin yaşantısında büyük bir değişiklik oldu. Anadolu'da toprak ağaları, devletçiliğin bir yana bırakılması ile (elbette iyi niyetle) fabrikalar kurmak için harekete geçtiler. Tabii hepsi de, daima hasretini çektikleri İstanbul'a fabrika kurmak istediler. Fakat maalesef, elde ne şehir planı ne de sanayi planı vardı. Sanayi kurulması için devlet desteği de aldılar.
Seneler evvel bir bakanın radyoda söylediğine göre, Türkiye'de sanayi tesislerinin yüzde 54'ü İstanbul'da kuruldu. Anadolu'dan, kurulan fabrikalara elbette işçi akını oldu. Fabrikalar kurulurken ne lojman, ne sanayinin gerektirdiği inkişaf sahaları düşünüldü. İşte en büyük yanlış, yaşanan bu büyük göç hareketini kanalize edecek bir plan olmamasıydı. Mimarların da elbette kusurları vardır. Fakat, böyle plansız bir iç göç ve sanayi hareketini durdurmak veya doğru yönlere sevk etmek için biz mimarların elinden hayretle bakmaktan başka ne gelebilir? Bizler, sadece projeler hazırlarız. Bu, çok küçük bir etki bile değil.
S. ÖZFİLİZ: Özellikle son birkaç yıldan bu yana, yabancı sermaye ve yatırımlara doğru bir yönelim var. Haydarpaşa ve Salıpazarı gibi kamuya malolmuş yerlerin özel yatırımlara açılarak halka kapatılması gibi bir yaklaşım var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Haydarpaşa ve Salıpazarı gibi yerlerin tarihi değerleri bozulmadan, özel sermaye aracılığı ile halkın istifadesine açılması, iyi düşünülerek yapılmak şartıyla faydalı bile olabileceğini düşünüyorum. Elbette herşey özel sermayeye açılacak, devletin herşeye yetişme imkanı yok. Yalnız hangisini açacağını seçmen gerek. İstanbul'un bir planının olmasını bırakın, üstün körü bir planı bile yok. Plansız bir yerde nasıl doğru düzgün bir çözüm bulacaksınız? Tepebaşı Bulvarı açıldığı zaman ne kadar kızdık... Evet trafik rahatladı belki, ama başka bir yolu yok muydu bunun? Vardı, neden olmasın...
S. ÖZFİLİZ: Kemali Bey ile eş olmanın yanısıra meslektaş olmak çalışmalarınıza nasıl yansıdı?
Kemali çok mükemmeliyetçiydi. Karar vermekte zorluk çekerdi. Mesela, yarışma projesine başlardık ve bu sefer doğru düzgün yapalım derdik. Ama projenin bitmesine yakın, görünüşleri falan çizerken, birden bire aklına başka bir şey gelir ve ille de değiştirmemizi isterdi. O zaman da, projeler yarım giderdi.
Kemali, benim üniversitede asistan olmamı istemedi. Dedi ki, aynı yerde karı - koca çalışmayalım. Anlaşılabilir bir şey, itiraz etmedim ve hiç de pişman değilim bir 'prof' unvanım var ya da yok diye. Çocuklarımız vardı ve onlarla da meşgul olmak gerekti. Neyse, ille de değiştirelim derdi ve o gider üniversitedeki işini yapardı. Ben, bütün gün yarışma planı üzerinde çalışırdım.
M. TUFAN: Aslında işin yükünü siz çekiyordunuz yani?
Yükünü çekiyordum, ama fikirlere de o hakim oluyordu açıkçası.
S. ÖZFİLİZ: Çok yarışma kazandınız mı?
Çok yarışma kazanmadık. İstanbul Belediye Binası Yarışması'nın ikincisi olmuştuk. Ben, Kemali ve Mesadet, birlikte katılmıştık. Mesadet ile birlikte ödülümüzü almaya gittik. Belediye başkan yardımcısı, ismini hatırlamıyorum, ilk iş "Sizin projede çok eksik vardı" dedi. İnsanlar kendini ele veriyor. Ne gibi eksik efendim dedim. "Odalar" dedi. İstenenden 8 oda fazla olduğunu söyledim. Öyle deyince hiç sesini çıkarmadı. Almanya'daki durumu da görünce, yarışmaların bu hali demek ki normalmiş dedim.
M. TUFAN: Meslektaşlar arası iletişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsan dediğimiz mahluk çok çeşitli. Kimisinin hedefi ne olursa olsun yükselmek oluyor, kimisinin hedefi de insan olarak bir şeyler yapmak. Ama asıl hedefinin ne olduğunu başlangıçta kendisi de farkedemiyor. Hedef, ünlü olmak ya da çok para kazanmak olursa, bu mesleki gelişmenin çok aleyhinde olur. Çok şükür Kemali de, ben de, çalışmalarımızda doğru bildiğimiz yolların dışına çıkmadık.
M. TUFAN: 'Ulusal mimari' ile ilgili yaklaşımınızdan bahsetmiştiniz. Şu an için böyle bir oluşumdan bahsetmek olanaklı mı?
Hayır, ama acaba dünyanın hudutlarının bu kadar küçüldüğü bir devirde 'ulusal mimari' kaç yerde kalacak? Bana, bütün dünya mimarisi aynı hedefe gidecek gibi geliyor. Mimarinin ilerlemeyeceği yönündeki görüşlere hayır diyorum içimden. Biraz işin içinden çıkıp, meselelere daha yukarıdan baktığınız zaman doğruları göreceğinize inanıyorum.
Kızım der ki, "Anne sen çok ısrarcısın, kendi inandığın bir şey oldu mu kimseyi dinlemezsin". Kemali'nin hastalığında herkes beni deli yerine koydu. Buradaki doktorlar kurtulmaz diyor. Raporları Almanya'ya gönderiyoruz, onlar da aynı şeyi söylüyor. Ben, kurtulmazı kabul ediyorum ama sonuna kadar denemek istiyorum. Tam kocam iyileşti, oğlum çok hasta oldu. Öyle ki, Alman doktor bir şeyi olmadığını söylüyor ve tamamıyla bitkisel ilaçlar veriyor. Üçüncü günün sonunda, Sttuttgart'da, pencereyi açacağım ve burada adam öldürüyorlar diye bağıracağım dedim. Öylelikle çocuğu hastaneye götürebildik ve doktor şimdiye kadar neredeydiniz diye sordu. İşte buyrun, o da Alman doktor. Kemali, bu olaydan sonra 38 yıl yaşadı.
|