Bundan bir süre önce Türkiye Bilimler
Akademisinde (TÜBA) Bosna’daki Osmanlı anıtlarının
TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) tarafından
yürütülen restorasyon uygulamalarını tanıtan bir sunumun ardından, konuşmayı
dinleyen öğretim üyelerinden biri “Restorasyon nedir?” sorusunu
sordu. Bu doğru bir soruydu, çünkü eski eser restorasyonunu musluk tamirinden
bir çentik yukarıda tutan Türkiye’de bu sorunun sorulması bir zorunluluk,
sorunun restorasyon işlerinden sorumlu olanlara yönelmesi ise bir
gerekliliktir.
İmdi, bu konuyu biraz açmak için güncel bir örneğe, 28 Nisan’da İTÜ
Mimarlık Fakültesi’nde Prof. Doğan Kuban
danışmanlığında açılan, küratörü ve tasarımcısı Y. Mimar H. Basri
Hamulu olan bir sergiye gözatalım: Divriği’de bulunan
ve Ortaçağ Anadolu’sunun en seçkin yapıtlarından olduğu öteden beri bilinen,
1228 tarihli Mengücekoğulları’nın külliyesiyle ilgili olan bu
serginin afiş başlığında, serginin, taş işçiliğiyle ünlenen külliyenin
“yontu”larıyla ilgili olduğu belirtiliyordu. Ancak, asıl amaçlanan, öyle
anlaşılıyor ki, bir müzeye dönüştürülmesi tavsiye edilen bu külliyeyi
‘korumak’ üzere tasarlanan ve onu ‘külliyen’ örtmesi öngörülen
cam çardağı tanıtmak ve promosyonunu yapmak. Salı pazarı
güneşliği havasındaki çardağın pratik ve estetik fukaralığına geçmeden, bu
girişimin hangi ilkesel tabana oturtulmaya çalışıldığını ve hangi kuramsal
gerekçelere dayandırıldığını anlamaya çalışalım!
Öteden beri vurgulandığı gibi Divriği külliyesi, Ortaçağ Anadolu’sunun en
ilginç ve şaşırtıcı yapıtlarından biridir ve bu özelliğini sadece çok yüksek
düzeydeki taş işçiliği ile dekorasyonundan değil ama alışılmışın dışında öğeler
içeren planimetrik ve yapısal özelliklerinden de alır. Ve bu özellikler,
Kafkaslardan İran ve Ortadoğu’ya uzandığı anlaşılan, ancak bütün parametreleri
açıklığa kavuşmamış olan karmaşık bir kültürel ortamın tarihsel dinamiklerinin
kesiştikleri bir ‘an’ın ifadesidir. Ne ki, kötü bir sergilemeyle hakkı yenen
Cemal Emden’in gözalıcı fotoğraflarına eşlik eden tanıtma
metni, külliyenin kültürel ve estetik önemini duygusal, yuvarlak tanımlamalarla
vurgularken, anıtsal değeri su götürmeyen bu yapıdan neden bir “müze” yapılması
istendiğini, külliyeyi müze haline getirmenin ise neden cam bir şemsiyeyi
gerektirdiğini yeterince makul gerekçelerle anlatmıyor. Başka türlü söylersek,
değeri ve ilginçliği kendi mimari yapısından menkul olan bu yapıyı korumaya
almak için, onun bir anıt olma özelliğinin neden yeterli bulunmadığı ve ona
neden ille fazladan bir müze işlevi yüklenmek istendiği doğrusu
anlaşılmıyor.
Öte yandan, onarım ve koruma işlemleri söz konusu olduğunda, herhangi bir
yapının taşıdığı kültürel ya da tarihsel önemin sadece bir başlangıç, zorlu bir
sürece verilen bir pasaporttan fazlası olmadığı unutulmuş gibi! Gerçekten de,
Divriği külliyesinin akıllara ziyan saçaklı bir müzeye çevrilmesinin, herhalde
aşağıdaki şu sorulara yanıt verildikten sonra önerilmesi, serginin, hiç olmazsa
bu sorulara yol açılmasına fırsat vermeyecek içerikte düzenlenmesi gerekirdi.
Şöyle ki:
Sorular
Divriği külliyesinin korunması yolunda atılacak ilk adımın, yani yakın
çevresi ve karşı karşıya durduğu bilinen Mengücek Sarayı ile
mekânsal ilişkisinin araştırılması ve bu konuda veri elde etmek için sondaj ya
da kazılar yapılması olması beklenir. Bu yapıldı mı?
Divriği külliyesinin müzeye dönüştürülmesi önerisine geçmeden önce, korunması
için gerekli bütün önlemlerin alınmış olması, bunun için de öncelikle ayrıntılı
yapısal analizinin yapılması, malzeme özellikleri, bozulmaları, statik durumunun
incelenmesi ve en önemlisi, bu işlerin ehil kişiler, yani deneyimli ve iyi
eğitilmiş ‘restorasyon uzmanları’na bırakılmış olması gerekirdi. Bu yapıldı mı?
Yapılmışsa elde edilen bilgi ve sonuçlar neden sergiye yansıtılmadı? Unutmamalı
ki, koruma alanında uzmanlık ve deneyimin ölçüsü salt kişilerin unvanları
olsaydı, Assos kalıntılarından Mahmut Paşa hamamına uzanan bir skaladaki
yapıtlar onarımla maskaraya dönmezdi.
Müzeye dönüştürülmesi istenen Divriği külliyesinin daha önce yapılan
onarımının bir değerlendirmesi yapıldı ve bu onarım onaylandı mı? Varsa,
yanlışları ve yapıya getirdiği zararın giderilmesi yolunda bir rapor hazırlandı
ve işleme sokuldu mu? Ve nihayet, külliyeyi koruması öngörülen (?)cam çardak
formülünün dışında başka seçenekler üzerinde duruldu mu? Bunlar hangileri ve
neden sergide tanıtılmadı? Cam çardak formülü külliyenin korunması için
düşünülmüş tek ve biricik seçenek mi? Niçin? Değilse bu formülün yeğlenmesine
götüren kriterler nelerdir?
Anlayan anladı, Divriği külliyesi Türkiye’de tarihi mirasın korunması
alanında atılan yanlış adımlardan sadece bir tanesini temsil ediyor. Koruma
alanında yapılan yanlış ve sabuklamaların haddi hesabı yok ve bütün bunlar,
turistlere göstereceğiz diye telâşa düştüğümüz kültürel malvarlığımızı geriye
dönüşü olmayacak derecede sakatlıyor, giderek yok ediyor. Selçuk
Belediyesi’nin Selçuk Üniversitesi’nden uzmanlarla -ve belli ki
halisâne niyetlerle- hazırladığı iki kocaman, kuşe kağıdına basılmış Selçuk
mimarisi örneklerini tanıtan albümlerde fotoğrafları bulunan yapılara bir
gözatmak sanırım yetiyor!.. Adından başka eskiliği kalmamış yapıların fayanslar
briketler ve yeşile boyanmış parmaklıklarla nasıl korunduğuna bakılsın. Ve
düşünülsün ki, mevzuatı, örgütlenişi ve uygulamalarıyla Türkiye’de koruma
olgusunu tartışmaya açmadığımız, ‘koruma’ başlığı altında yapılan
maskaralıklara, işlenen suçlara çaresizlik ve bıkkınlıkla gözyummayı
sürdürdüğümüz takdirde, en yetkili ağızların çok bilmiş edalarla terennüm
ettikleri “kültür turizm içindir, turizm ise kültür için” saptırmasına daha uzun
süre katlanmak zorunda kalacağız.
Bu ülkede alaylı takımından olmayan, bu işi hakkıyla ve doğru yerlerde
öğrenmiş bunca genç ya da genç irisi kişi dururken, bu ülkenin kültürel ve
tarihsel taşınmazları, çoğu ‘koruma’ işinin kuram ve mevzuatından bihaber,
akademik çevreden gelen mimar, şehirci, arkeolog ya da sanat tarihçisi olmanın
ötesinde, koruma alanında bir ehliyeti olmayan kurul üyelerinin kararlarına ve
en düşük rakkama prim veren bir ihale anlayışının başdöndürücü sefaletine
mahkumdur. Yapmayın Allah aşkına!
Ayda Arel / Prof. Dr.
|