stanbul'da olmak, İstanbullu olmak değişmeye başladı. Batılıların gözünde bu şehir, Osmanlı ve biraz da Bizans'la haşır neşir olacakları, Doğu'nun gizemleriyle bütünleşebilecekleri bir yerdi. Buna Kapalıçarşı'da alışveriş, ezan sesi eşliğinde Türk kahvesi ve Boğaz turu eklediniz mi alın size İstanbul. Onlar, şehrimize Doğu masallarını yaşamak heyecanıyla geliyor, buranın yazar ya da yönetmenine, İstanbul'un yerelliğini anlayabilecekleri bir dille yansıtırlarsa ilgi gösteriyorlardı.
Batı'nın İstanbul'la ilgisi, Batı gibi olmayana odaklanmasına kuruluydu..
Son yıllarda İstanbul'a gelen Batılı kendisini de buluyor. Memnun olan da var, olmayan da.
Gece hayatı deseniz, Newsweek dergisine bu nedenle kapak olan bildiğim tek şehir İstanbul. Kimi, dünya şehirlerini turlayan Formula 1 otomobil yarışlarını seyretmek için burada. Dünya turizminde önemli bir etkisi olan Batılı eşcinsel erkekler için İstanbul vazgeçilmez bir yer. Buraya yaşamaya gelenler de artık bohem bir hayatın peşinde koşanlar değil, Batı'daki işlerini, mesleklerini bu kentte sürdürenler. Asıl, son yıllarda İtanbul'u Batı haritası içinde yerleştirense, biri bitmeden diğeri başlayan uluslararası kültür festivalleri.
Yakın bir zamana kadar, Türkiye'de operayı devlet bütçesinden destekleyeceğimize, kapatsak, ülkenin tüm seyircilerini Milano'da La Scala operasına yollasak, daha ucuza mal olurdu diyenler vardı. Daha 20 yıl önce bile, ressamların eserlerini sergileyecek galeriler tek tük, klasik müzik konserleri ve bale, Cumhuriyet'in Batılılaşma projesinin ruhsuz bir devamı, caz ve hele rock, sanatçıların görünüş ve yaşam tarzları açısından ahlaki bir sorun diye algılandığından, kültürden çok özellikle polisin alanına girmekteydi.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın maddi güçlüklere rağmen yıllardır süregelen özverili çabaları sonucu artık bu şehirde de Batı'da kültür adına ne varsa, eş zamanlı olarak, bulmak mümkün olabildiği gibi bizim sanatçılarımızın da Batılılaşmaktan öte evrenselleştiklerinin tanıklarıyız.
Bugünlerde 10'uncusu yapılan Bienal ile ilgili gazete yazılarından, televizyon programlarından sezdiğim 'Başardık, İstanbul Batı'nın da bir kültür markası oldu' sevincinin, bir tür sarhoşluk ve övünçle karışımı ise sanata karşı eleştirel tavır almamızı frenlemekte.
Hayatımda İstanbullular kadar Batı'dan gelen sanatçıları öven, ayakta alkışlayan, mutlaka birkaç bis yaptırtan seyirci görmedim. Bu geleneksel ev sahipliği sorumluluğumuzdan mı? Batılı sanatçılara, 'Bakın biz sizi ne kadar iyi anlıyor, takdir ediyoruz' demek isteyişimizden kaynaklanan aşağılık kompleksimizden mi? Ya da, bu tür gösterileri özlemle beklediğimizden, coşkumuzun dile getirilmesinin ifadesi mi, bilmiyorum.
Ancak Türkiye'de sanat alanında birbirimizi çeşitle nedenlerden ötürü eleştirememizin eksikliği Bienal gibi faaliyetlerde de ortada. Sergilenenleri sürekli övüyor, gördüklerimizi özetlemekle yetiniyor, en fazlası sanatçılarla söyleşiler yapıyoruz. Ev sahipliği dışında bir şehrin sanata en büyük katkısı onu benimsemesi kadar eleştirmesi de olmalı.
10. Bienal'in teması, 'İmkânsız değil, üstelik gerekli, küresel savaş ışığında iyimserlik.'
İşçi sınıfını yücelten, burjuvaziyi yeren Sovyet totalitarizminin angaje sanatı yerine, Bienal'de de benzer kaygılardan kaynaklanan ancak özgür olan bir sanat anlayışı hâkimdi. Sergide dile getirilen düzenin eleştirisinin sermaye sponsorluğunda yapılmasıysa, bence artık, kim olursak olalım, hangi sınıftan gelirsek gelelim, küreselleşmenin sorunlarını birlikte paylaştığımızın kaçınılmaz bir ifadesi.
Sao Paolo hariç en politik bienal
Konuştuklarıma göre şimdiye kadar, belki Sao Paolo (Brezilya) hariç, dünyada yapılan en politik bienal bu. Çinli küratör Hou Hanru'nun iyimserlikten kastettiği ise, 1980'li, 90'lı yıllarda kaybolan siyasi duyarlılık ve eleştirinin günümüzde yeniden canlanması. Ancak Bienal'de sergilenenlerin çoğu, estetik kaygısından uzaktı. Sanki çeşitli ülkelerden gelen dikkatli gazete okurları, anlık bir ilhamla sanata soyunup özellikle teknolojinin görsel olanaklarından yararlanarak dünyamızın kötüye gidişini ve bunun insana yansımasını farklı örneklerle sergiliyorlardı.
Ancak İstanbul Bienali'nde sergilenenlere, 'Bunun neresi sanat?' tepkisi, günümüzde başka birçok ortamda da sorula sorula anlamını yitirmiş bir soru. Sanat yapmak amacıyla yola koyulduğumuz her ifade biçimimiz, neden sanat olmasın? Bir şeyin sanat olup olmadığına karar verenlerden özgürleşmemiz, yapıtlarımızı çeşitlendirerek, yeni boyutlar katarak zenginleştir miyor mu?
Ama ben de Bienal'de gösterilenlere bakıp şu soruyu sormadan edemiyorum.
Yapılan işlerin çoğu lisans öncesi bir sosyal bilim öğrencisinin dönem ödevinin anlayışıyla bile ele alınmış değildi. O zaman bienal küratörleri, neden bu konularda bilgili hem de kritik yaklaşımı olan sosyal bilimcilerle, estetik kaygısı ve iş tecrübesi olan iç dekoratörleri ve görsel teknolojide yetkin kişileri yeni eserler yaratmak üzere yan yana getirmiyorlar? Çok disiplinli bir sanat yaratma imkânı varken, çeşitli dallarda beceri sahibi kişilerin bir araya getirilmesiyle bunu gerçekleştirmek mümkünken, şimdi yapılanlar genellikle iyi niyetle yolunu arayan tecrübesiz yaklaşımlardan öteye gidemiyor. Üstelik bienaller aracılığıyla yaygınlaşan bu tür yaklaşımlar bir benimsendi mi, değişime direnen normlar oluşuyor. Yeni adına yapılanlar tutuculuğa, tekrara dönüşüyor, kendi kale duvarlarının arkasında iktidar oluyor. Eleştirenler yeniyi anlamamakla, yeniye karşı gelmekle suçlanabiliyor.
10. Bienal'in bence çok olumlu bir özelliği ise, kimi önceki küratörlerin tersine İstanbul'u 'kullanmaması', İstanbul'u istismar etmemesiydi. Aya İrini, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya gibi şehrin tarihi mekânlarının haddini bilmezlikle dekor olarak kullanılmasının yerine, 10. Bienal'in küratörü Hou Hanru seçtiği mekânlardan sergiyi izleyenlere İstanbul'un çeşitli kapılarından bakmasını sağlarken, sanatkârlarla mekânları birbirleriyle çatışan bir kavram kargaşasına sokmadı.
Kimileri İstanbul'u allayıp pullandırıp, şu kimliği bu kimliği deyip şizofrenleştirerek bir marka yapmak uğruna teşhir etme peşinde. Hanru'nun İstanbul'un ayağına basmayan yaklaşımı bu şehrin kendine özgü kişiliğinin renkli bir ifadesiydi.
Umarım gelecekte, Türkiye'nin kültür politikaları da, çeşitli festivaller aracılığıyla şehrimizde evrenselleşen sanat anlayışına, geleneklerimiz
adına özgürlüğü kısıtlayıcı popülist alternatiflerle karşı gelmek yerine, son yıllarda paylaştığımız zenginliğin kitlelere yayılmasında öncü olur.
|