imar belediye başkanının Haliç'e kondurmayı tasarladığı boynuz 'kiç'tir. Yani süslemeye, taklide, benzetmeye dayalı 'fazlalık' taşıyan bir şey.
İstanbul'da yeni bir yapı tartışması başladı: Mimar belediye başkanı Haliç'e bir boynuz kondurmak istiyor. Türkiye'nin bu işi enine boyuna tartışması gerek. Çünkü, bu bir kamusal mimari meselesidir ve ihmale gelir yanı yoktur.
Türkiye'nin 1960'larda, hatta 1950'lerden bu yana asıl sorunu göçtür. 1990'lara gelinceye kadar kırsal alandan kentsel alana devam eden göçün özellikle sosyal ve kültürel açılardan daha kontrol edilebilir olduğunu söylemek mümkün. Kente göç eden büyük kitleler hâlâ ayakta duran iyi kötü bir kent kültürü sayılabilecek yapının içine giriyor ve orada sürdürüyordu toplumsal dönüşümünü. Oysa 1990'larda ortaya çıkan kimlik politikalarının verdiği ivmeyle ve Türkiye'de meydana gelen diğer gelişmelerle birlikte işin çehresi değişti. Artık yeni gelen kitleler kenti değiştirmeye, dönüştürmeye başlamıştı. Sonunda Murat Belge'nin de yazılarında sık sık yakındığı gibi taşralaşma Türkiye'deki kültürel oluşumun en hâkim görüntüsü olmaya başladı.
Mimari ideoloji üretir
Tüm bu gelişmelerin, oluşumların kendisini gösterdiği alan mimari. Daha önce de birçok kez yazıp söylediğim üzere mimari kadar ideoloji üreten bir başka görsellik alanı daha bulmak zor. Bir mimari üslup aşıldığında, bir mimari tarz artık eskilleşmeye başladığında dahi bu böyledir. Kaldı ki, mimari, en genel anlamıyla, sadece kendisi olarak anlam üretmez. Tıpkı okunan bir romanın, öykü ya da şiirin veya dinlenen bir müzik parçasının tüketicide yaşaması ve çoğalması gibi mimari de onu izleyen insanda çoğalır. Bir yapı başka tarihi anlamlar kazanmışsa, örneğin Atina Partheon'u veya Mısır Piramitleri, artık kat kat imgelerden oluşmuş bir yapı olarak insanları etkilemeyi sürdürür.
Ona bakmak aynı zamanda çağların onu algılaması bir insanın o yapıyı algılamasına dönüşür.
Türkiye bu gerçeği belli dönemlerde çok bilinçli olarak kullandı. Özellikle erken cumhuriyet dönemi böyledir. Davet edilen veya gelen mimarlar burada yeni siyasal yapının ideolojisini ürettiler. Çok bilinçli olarak inşa edilmiş yapılar ve onlara yüklenmiş anlamlarla Türkiye modern mimarlıkla tanışmakla kalmayıp devletin üretmek istediği ideolojiyi de içselleştirdi. 1950 sonrası ise toplumsal modernleşme mimariye dolaylı olarak yansıdı. Vatan ve Millet caddelerinin açılması tabii ki, bilinçli bir girişimdi. Ona tanık olan insanlar, İstanbul gibi bir kentin ve onun tarihinin yeni bir döneme gelindiğini fark ediyordu. Ama bu gene de daha dolaylı bir yaklaşımdı. Bu açılım kendisini bir de yükselen gökdelenlerde dışa vurdu. (Oysa, gariptir, soruşturmalarda o yılların en kalıcı yapısı olarak genellikle Eldem'in Zeyrek'te bulunan, geleneksel mimariden yararlandığı SSK binası gösterilir.)
80'lerde gökdelenler
1980 sonrası ise çok açıktır. Bu yıllarda ruhsuz, Amerikan mimarisini taklit eden gökdelenlerin büyük kentlere egemen olmasına tanıklık edilir. Bir de taşraya yer açabilmek için girişilen büyük yıkımlara. Derken, taşralaşmanın büyümesiyle birlikte ortaya başka bir şey çıktı: gerçekliğin yitimi.
Gerçeklik yitimi gayet karmaşık bir durum ama bugün gelip de dayandığı nokta hayli ilginç. Estetik düzeyde gerçekliği bir kez yitirdik mi, onun yaratacağı büyük boşluğu dolduracak tek şey kiçtir. Kiç, öteki özelliklerinin tamamını bastıracak biçimde, hep gerçek ötesidir; yapma ve dolayısıyla da dozu kaçırılmış 'fazla' bir gerçekliğe dayanır. O zaman da kendisini süsleme ile üretilmiş imgelerin taklidinde gösterir. Türkiye bugün taşralaşmasının estetik düzeyde uzantısı olarak doludizgin yaşıyor kiçi; benzetmeyle, anıştırmayla, bir şeyleri karşıdakinin gözüne sokarak.
Anlaşılan önümüzdeki dönemin mimarisi bu yönde gelişecek. İstanbul Belediye Başkanı bu yeni dönemin ipuçlarını verdi, veriyor: tamamı yukarıda getirdiğim kiç tanımına uyan şeyler. Süslemeciliğe, taklide ve bezemeye, benzetmeye dayalı, 'fazlalık' taşıyan şeyler bunlar. Devasa derviş heykeli, Haliç'e boynuzköprü. Benzeri önermeler seçim döneminde de yapılmıştı. Ankara Belediye Başkanı olan Melih Gökçek de hep benzer önerilerde bulunuyordu. Şelaleler, yapma hayvanlardan oluşan hayvanat bahçesi, Ankara Zeybeği yapısı, vs. Bunların tamamı kiç yapılar. Bütün kiç örnekler gibi yapmacıklık içeriyor. Bir yanıyla da gelişmemiş bir zihnin
'oyuncak' duygusunu kışkırtıyor.
Öte yandan bir kimlik sorunu da var işin içinde. Sürekli olarak 'simge' arıyoruz. İstanbul'un veya Ankara'nın simgesi. Bu öyle bitmez tükenmez ve yoğun bir ihtiyaç ki, bakın Ankara Belediyesi'nin amblemine, katmer katmer bir şey. İstanbul, şimdi bunu yapılarda ortaya koymaya çalışıyor. Ankara, Atakule'yi simge olarak çıkarmıştı, yetinmedi. İstanbul, tarihselliğini eksik buluyor.
Mimar başkanın çizimi
İşin daha garip yanı, bir belediye başkanının kendi çizdiği bir şeyi bir kente dayatması. Oysa, önerisinin benzerleri gazetelerde bile yayımlandı. İşin bu yoldan doğan etik yanını burada hiç sorgulamayayım. Ama şu kadarını belirtmem zaruri: dünyada toplumsal mimari diye bir şey var; tıpkı kamusal sanat (public art) gibi. Burada bırakın heykele tükürüp mahkûm olan belediye başkanlarını, bir sanatçının özgürlüğü bile cendere içindedir (ama kısıtlı değildir). Bizde değil; kimse değil. Toplum kavramına sadece bu kadar değer, önem ve anlam atfedebilen ve sadece 'popülist' olanla uğraşmayı seçen bir yönetim anlayışında da ancak bu kadarı olabilir. Ne diyelim, bu başa bu tıraş!
|