Babalarını Yiyen Çocuklar: Günümüz Kentleri
* Şevki Vanlı'nın bu makalesi, Mimarlık Dergisi'nin 341. sayısında (Mayıs - Haziran 2008) yayınlandı. ŞEHİRLERİMİZİN TALİHİ Tıpkı insanlar gibi şehirlerin ve yapıların da bir kaderi olduğuna inanmaya başladım. Çünkü şehir bilimi, matematik veya fizik formülü gibi tartışılmaz kesin kuralları olan bir alan değildir. Bir yapının doğuşu, seçilen arsanın çevreye olan bağımlılığı, sahibinin programı ve mimar seçimindeki isabet, inşaatçının başarı düzeyi ve nihayet yapıyı kullananın ona saygısı ve sevgisi. .. Aslında ortamın kültürünü oluşturan öğelerin gelişmişliği, o yapının tali hi nde yönlendirici olduğu düşünülürse, sarmalın karmaşıklığı ortaya çıkacaktır. Şehirlere gelince, konunun boyutu çok farklı olsa da, sürecin benzerliği ilginçtir. Orada da, mevcut mirasla yeni isteklerin çatışması, yönetim ve onların plancı seçiciliği, plan ve mülkiyet çatışması, kentsel planlar ve projelerin uyumla bir sonuç araması, uygulama ve bakım, toplumsal bir mutabakat, gelişmişliğin beklenti leriyle tasarlanacaktır. Bu yazımda kamusal olayların üst düzeydeki yönetim sorunlarının üzerinde duracağım. Erken Cumhuriyet döneminde, şehirlerimizin güzelteşnrurnest, çağdaşlaştırılması öncelikli planlama düşüncesi gündeme gelmiş olsa da, bunu yüklenecek veya yol gösterecek yerli uzmanların eksikliği, aynı nedenle ithal edilecek yabancıyı seçme olanağımızın da bulunmaması anlamına gelmektedir. Şehirlerimizi düzenleme işine parlak bir başlangıç yapmış değiliz. Bu yazımda niyetim son yılları eleştirmektir. Belediyelerin o zamanki kısıtlı planlama çalışmaları, makro düzeyde, şehir formunu, yaşam biçimini etkileyen, şehirlere kimlik kazandıran nitelikte değildi. Bunlar, Bayındırlık Bakanlığı'nın Y"1tkililerince bir küçük tüzükle kontrol ediliyordu. 1955 yılında, imar ve iskan Bakanlığı'nın kurulması ve Ankara planının yarışmaya çıkarılması önemliydi. Kazanan projenin yaklaşımı, mevcut oluşumun yağ lekesi şeklinde büyümesiydi. Yani Ankara'nın otuz yıllık birikimine, gelecek için yeni, köklü bir karar getirilmesinden uzak durulmuştu. Mevcut yerleşime, büyümenin getireceği yük ve dünyadaki, bizi de etkileyen değişim düşünülmeden, var olana, aynı anlamda ekler yaparak sürdürülen bir büyümeydi. Örneğin, şehrin merkezini batıdaki ovaya taşımak gibi köklü kararlar alınması yerine, maliyeti, uygulama ve bakımı zor ve pahalı yatay ve dikey bir yoğunluk artışıyla tepelik bölgeye yeni nüfus kabul edilmekteydi. 1940'larda kamu personeline dönük istanbul, Ankara ve İzmir'de yapılan kooperatif uygulamaları, mimari olarak başarılı sayılabilir. Bunlara planlama ve üretim bakımından "toplu konut" denmesi de artık dilimize yerleşmiştir. Böylece üretim teknolojisinin de, yerleşim politikalarında önemli yeri olduğu belirtilmiştir. şehirlerin büyümesine katkı sağlayan bu kamu girişimleri, 1950'lerde Ataköy ile zirvesine ulaşmıştır. Dığer taraftan, alışılmış şehir apartmanlarının, yedi kişiyle başlayan asgari kooperatif ortakları sayısı için kalfalar tarafından üretildiğini görüyoruz.
Bu süreç içinde, belediyelerin imar müdürlüklerinde veya İller Bankası'nda yaptırılan gerek nazım, gerek mevzii planların, bakanlık uzmanlarınca tetkik ve tasdiki ile yerel kararlar kontrol edilmiş olurdu. Daha sonra Ankara ve istanbul'da, belediye ve bakanlık arasında bağımsız nazım plan büroları yer alması imar planlarının sonuçları çok parlak olmasa da, işin öneminin arlaşılmış olduğu görüntüsünü veriyordu. Son zamanlarda bu süreç, belediye sınırları Içinde, kararların belediye yönetim mercilerine, daha doğrusu belediye başkanlıklarının isteklerine terk edilmiş bulunuyor. Uzman ve uzmana saygı kıtlığında, çok üzücü uygulamalar yaşanmaktadır. Bu kontrolsüzlük, TOKi'ye, plan yapma ve tastik etme yetkisi verilmesiyle sanırım çığırından çıkmıştır. Yaşanan işlev değiştirmeler, yoğunluk artırmalar, şehir yollarının nitelikleriyle oynamalar gibi ciddi sorunlar, şehir yaşamını yönlendiren yeni yerleşimler, ticaret ve perakende alışveriş merkezleri, spekülasyon için fırsatlar yaratan kararların havada uçuştuğu bir ortam duruma egemendir. Bunlarda, gazetelere yansıyan, biraz herkesin bildiği ahlaki yanlışların yanında bir o kadar da bilgi eksikliği yanlışları vardır. Bunlardan ikisinin üzerinde biraz durmak istiyorum: - Yeni yerleşim alanlarının mevcut şehir ile bütünleşmesi, Ortaçağda şehirlerin kimliğinde etkin olan dini anıtların yerini, aydınlanmada kültür ve sanat yapıları ve nihayet çağımızda, önce ticari yapılar sonra da sosyal merkezler almaktadır. 1950'Ierle birlikte değişmeye başlayan ekonomik yapı ile birlikte otuz yılda artan nüfus ve şehirlere olan göçün sorun yaratmaması olası değildi. Buna karşılık şehir planlarındaki sınırların aynı kalması, hem arsa fiyatlarını, hem yoğunluğu artırmaktaydı. Nitekim, 1940'Iarda Emlak ve iller Bankalarının hareketlenmesi, on yıl sonra Ataköy gibi bir büyük projenin gündeme gelmesi, kamu yönetiminin de yeni yöntemler ile örgütlenme ve üretme gereksinmesinin anlaşıtmaya başladığını göstermekteydi. Göstergeler, 1960'Iarda Devlet Planlama Teşkilatı, ikinci 5 Yıllık Kalkınma Planı'yla, yeni yerleşim alanları açılmasında girişimciyi desteklemeyi gerekli görmüş ve o günlere kadar yasak olan, bankaların taşınmaz ticaretine krediyi, "uzun vadeli ucuz kredi" ile destekleyeceğini söylemişti. Gerçi bu politika değişikliği, konunun finansmanından başka hiçbir yönünü görmüyordu. Örneğin, hangi tür ve kapsamdaki projelerin nasıl destekleneceği gibi birçok önemli koşul ve olanaklar belli değildi ve bu iyi niyet, politik sözler olarak kaldı. Bunun gibi, her sözü ciddiye alan bizler, harekete geçerek 100 hektarlık bir araziyle anlaşma yaparak piyasaya açıldık. Mücavir alan sınırları dışındaki yeni yerleşim projelerinin belirsiz ölçütleri için, olmayan mevzuatı ben hazırlamak durumunda kaldım. Henüz planı olmayan bir bölgeyi, içinde kendine yeterli ve planlı bir bölgeye katarken, uyumun sağlanması için proje kapsamı ne olmalıydı? Bu yönetmeliği tastik ederek bürokrasiye, kendimizi örnek alan bir sınırlama önerisinde bulunmamak Için, yerleşim asgari büyüklüğünü istemeyerek 50 hektara indirdim. Bu ölçüt kısa zamanda 15 hektara, sonra 5 hektara indirildi. Tekrar 15 hektara çıkarıldıktan sonra ne oldu bilmiyorum. Sanırım, "vatandaşın sorunu çözülsün" diye azaltılan ölçütlerin, yerleşimierin kendi aralarında ve şehtrıe bütünleşmesinde doğmakta olan, bilgi ölçütlerine göre vahim kararlar alınmasına hiçbir yandan tepki gelmiyor.
Toplu konut yerleşimlerinde, aynı yapı görüntüsünün yinelenmesi sıkıcı bir tekdüzelik yaratacağı gibi, çevreyle uyumun düşünülmemesi, çeşitlilik, bir karmaşa görüntüsü oluşturacaktır. Demek ki bu yerleşimlerde kendi içsel mimari ortamlarında bir düzenleme oluşturulurken, komşu yerleşimlerle, büyük şehirle işlevsel, organik ve görsel süreklilik, bütünleşme veya bir yeşille ayrılma beklenmelidir. Bu sorunların yanıtlanmasının kolayolmadığını, bu yüzden ihmal edildiğini, ama dünyada bunun için çok çaba gösterildiğini ve vakit harcandığını, örneğin 170 hektarlık bir yerleşim projesi için on yıl çalışıldığını biliyorum. Yeni yerleşimlere, ilk ölçüt, alanın olabildiğince büyük olması koşulu ile başlanmalı, çevresiyle bir bütün olarak planlanmalı ve projelendirilmelidir. Komşu yerleşimlerle sürekliliğin, uyumun sağlanması hedef alınmalıdır. Bu anlattıklarım, trafiğin tıkanması, hızlandırılması, park ve bahçeler vb. hepsi, bu endişelerin bir yanları olarak ele alınacaktır. Artık şehirler küçük apartmanların yanyana gelmesinden oluşan, sınırları belli bir bütün değil, her biri küçük şehir olan bir birleşiktir. Bütünün ve her birinin planlanması, mimari sorunları ve yeni kavramları ile mevcuda katılacaktır. Bunları görmeden şlkayetçi olmak, tedbir almak, sorun çözmeye kalkmak, geri dönülmesi çok pahalı yanlış bir yaklaşımdır. Yani "birleşik" olarak tarif ettiğim şehirlerde, 19. yüzyılda tek merkezli olmanın getirdiği, büyüklük, ölçüt ve kavramlardan uzaklaşıldığı için yeni şehireilik politikaları, yeni mimari kavram ve ölçutlere gereksinmeyi doğurmaktadır. Bu konuya yazının devamında yine değineceğim gibi, iktidarını güvenceye almak için çocuklarını yokeden, Yunan mitolojisindeki Kronos'un, çocuklarının yani "yeni yerleşimlerin", babayı ortadan kaldırmalarına engelolmamız, aralarında organik ilişkiler kurmamız gerekiyor.
YAPAY KENTSEL TİCARİ ŞERİT ÜRETME ve BABALARINI YİYEN ÇOCUKLAR! Osmanlı şehirleri, taş veya altı taş üstü hımış yapılarıyla taşrada hala geleneksel küçük yerleşim örnekleri olarak yaşamaktadırlar. Kerpiç evler az sayıda kaldı, neredeyse, yeniden yapılanlar dışında kayboldu. Çevrenin doğa ağırlıklı özellikleri, tarihl ve yerel mirası yanına alarak ilgi ve sevgi toplamaya devam etmekte, daha uzun zaman bunların korunacağı umulmaktadır. Osmanlı'nın kozmopolit yapısı egemen yerlerde ise, 19. yüzyıl Avrupa'sını taklit eden bir çevreyi amaçlamıştır ... Cumhuriyetin bu mirası bir kenara bırakarak, çevreyi çağdaşlaştırma amacı ile yaptığı girişimler, 20. yüzyılın, Cumhuriyet birikimi olarak ortada ... Bunu, bütün kusurlarıyla ve mücadelesiyle, bir geçiş dönemi toplumunun yapabildiği olarak kabul edelim. Yani, çağdaş ölçutler!e başarılı olmasa da, toplumun bir şekilde uyum sağladığı şehirler diyelim ... Amacım, son yirmi yılda şehir yapısını değiştiren, yaşamını çok etkileyen gelişmeleri eleştirmek, onlara dikkatleri yöneltmektir. Bu dönemde, bütün geçmiş hallaç pamuğu gibi atılmaya başlamıştır. Yapılmakta olan ticaret amaçlı yapılar ölçü, işlev ve biçim değiştirdiler, devleştiler, birleştiler, çevrelerini etkileyen yapılar oldular. Şehirlerin görüntülerini, trafiğini, yaşamını değiştirdiler. Girilen bu süreç belediye ve şehirlileri mutlu etti. Nihayet şehirlerimiz ABD'nin bütün dünyayı alıştırdığı gibi "büyük şehir" imgesine benzemeye başladı, profiloluşturucu yüksek yapılar çoğaldı, hatta mimarlığın, ancak metropoliten ölçüler içinde gelişebileceği yönünde düşünceler üretilmesine dahi neden oldu. Görülüyor ki insanlar, özel yaşamlarındaki ilişkilerinden değil, Hollywood'un bitmez tükenmez, neredeyse yüzyıldır, dünyayı şartlandırmasından olmalı, kendi ulaşamayacakları ölçeklerden etkilenir oldular. Örneğin, Boğaziçi Köprüsü, istanbul'un yüzyıllarca simgesi olan kubbeli, minareli profilinin önüne geçti. iş ve alışveriş merkezleri dik ve yatay dev gövdeleriyle büyük şehirlerin içinde yerlerini almakta, onların eski formlarını, eski ulaşımı ve yaşamını değiştirmekte, bu olay "dönüşüm" adıyla, bir metamorfoz, geçmişten geleceğe doğal bir kültürel, ekonomik süreç olmasa da gelişme gibi tanıtılmaktadır. Bu değişimin, ne kadar çarpık olduğunu düşünür, ne eski, ne de yeninin veya başarılı bir dönüşümün sorumluluğunu taşımayı bilmeyenıerin oluşturduğu, rastgelelik, tahribat, kaos ortamından korkarım. Kimlik sorunu da, doğal, aynı tehlikelere açıktır.
NİYETİM, ALIŞVERİŞ MERKEZLERİNİN SON GELİŞMELERİNİ ELEŞTİRMEK Şehirciler, belediyeciler ve halk dahil biraz herkes, şehirlerin sosyal yapısı içinde parklar. spor tesisleri ve kulüpleri düşünür, yolları, özellikle şehir merkezinin yaşamdaki yerini yeteri kadar önemsemezler. Sanırım şehrin açık mekanlarına anlam kazandıran, insanların karşılaştıkları, butuştukları, iyi zaman geçirdikleri yollar, kaldırımlar üzerindeki kafeler, vitrinler, şehirlinin yaşamında onlardan çok daha fazla yer alırlar ... Otomobille hızla geçildiği zaman dahi, şehrin bir köşesini, kimliğini, bir dost gibi taruyarak geçmek, bir şehirde yaşamanın tadını, ait olma duygusunu yaşamak, bizim onunla iletişim kurduğumuz en duyarlı noktaları şehrin yolları olmalı. Onu yollarıyla sever, hatırlar, alışkanlıklarımızı onlara borçlu oluruz. Bu nedenle onların üzerinde bulunan perakende satış yerleri ve günübirlik yiyecek, içecek temin eden, iyi vakit geçirilecek işletmeler, bir yolun ve sonra da şehrin kimliğine kadar uzanan öneme sahiptirler. Şehrin özellikie merkezinde, yol kenarları kısıtlı, ticari ve sınıflandırılmış yüksek bir değere sahiptirler. Çok kez, zemin kat, üzerindeki birçok katın toplamından daha değerlidir. Bir zamanlar ticari bölgelerde yapıların içinde "pasaj" denilen iç yollar oluşturulması bu gerçeğin göstergesidir. Bu pasajlar kendilerine özgü bır kimlikie yollara ekienmiş, onların uzantısı olmuşlardır. Bazen, eklendiği yoldan daha yüksek bir ticari değere ulaşmış, sanki şehir mekanının özel ticari, sosyal çıkmaz sokakları gibi sosyal yaşantımızda yer almışlardır. Bu oluşum yanında, diğer bir olay, çeşitlilik pazarlayan büyük mağazalar bir zamanlar bizde de "bonmarşe" adıyla büyük şehirlerin, büyük yapıiarında yer almakta idiler. 20. yüzyıl içindeki değişim, bu büyük mağazaları şehirdeki bir yapının bir parçası olamayacak kadar büyütmüş, onları şehir dışına çıkmaya zorlarmştır. Yapılar içindeki çıkmaz sokaklar da, büyümeyi karşılayamayacak kadar küçük kalmış, yeni ticari alaniar aranmaya başlanmıştır. Bir konuda çok olasılık sunan şehir içindeki bu mağazalar, bazı giyim ve ev eşyası üzerine, onların çeşitli uzantıları olarak ülkelerde süregitmekte, şehir çevresine sıçrayarak büyümektedirler. Hedef aldığım alışveriş merkezleri ise, Türkiye'nin başlıca şehirlerinde, yüzyılın son çeyreğinde, yerleşim alanları içinde oiabildiğince kolay ulaşılan, çok boyut ve katlı, büyük ve bir şehir caddesinde olduğu gibi, konutlar, ofisler, her boyda mağazalar, yemekten, sinemaya, giyimden, oyuncakçıya, her çeşit mal ve hizmet sunan işlevlerte donatılmışlardır. Doğal, büyük de olsa kapalı, şehir rnekanlarıyla ilişkisi kesiimiş, sizi hapseden, orada yaşamayı zorunlu kıian bir ortam. Merkez, güçlü olmak için yerli yabancı her konuda en tanınmış onlarca markayı da topluyor ... Yani bitmez tükenmez reklamlarla beyinlere kazınmış, gelişmiş yöntemlerle malını pazarlayan markaları biraraya getirerek, yeni yapay yollar oluşturuyorlar.
Düşünün, akıl almaz yatırım ve birikimle, şehrin her noktasıyla iletişim içinde, şehrin yollarından oluşan perakende ticaret merkezinin, ekonomik değeri belki de yirmi, otuz kat daha düşük yerlere kaçırılması, sermayenin gücü, kurnazlığı, bugüne kadar tanıdığımız imar spekülasyonlarının en büyüğü olmuştur. Şehir merkezi yollarındaki perakendeciler pazar günlerı ve akşamları kapalı iken, diğerlerinin yaz-kış iklimlendirilmiş ortamda ve markalarla açık olmaları, otopark kolaylığı, sürdürülen bu ölçüsüz rekabetin pekçok esnaf veya yerel girişimeıyi işinden etmesi de ekonomik bir sorun. Büyük sermayenin, küçük girişimciyi yok etmesi, ekonominin sıradan ama önemii olaylarından biri olmalıdır. Bu büyük çarşılar çağımızın büyük sorunu, oluşturduğu uçsuz bucaksız otomobil park alanlarıyla çevresini yaşanmaz bir bölge haline getiriyor. Bu etki, otomobil çağını yeni tanıyan ülkemizde yeteri kadar tepki görmüyor. Yol tıkanıklığı ve genişletilen yolların şehir trafik dokusunu altüst ettiği de trafıkle ilgili ikinci büyük sorun. Ulaşıma beklenmedik, planlama dışı veya plan tadiiatı ile giren yeni verilerin, alt ve üst geçitler gibi, karayollarında çevrenin yaşamı ve mekanı ile hiçbir ilgisi olmayan kavşaklarında kullanılan çözümlerde, şehre ve şehrin kimliği olan caddelerine fazla duyarlı olmayan yetkililerin uygulaması ile karşılaşıyoruz. İşin daha önemlisi, sonuçta şehrin bir köşesi, planlanmış veya yağ lekesi büyüme alanı olsun, öngörülen gelişme yerine, yaşanmakta oian sürece aykırı bir oluşurnla sonuçlanıyor ... Doğal, bu olayın birbirini izleyen üç, beş, on vb. artan sayıda olması etkisini hergün biraz daha büyütüyor. Şehrin bütünlüğü, iç sürekliliğinin, yerleşmiş alışkanlıklarının, imar planının temel kabullerinin değişmesi, bozulması, trafik şebekesinin karmaşaya dönüşmesi gibi sonuçlar doğurmaktadır. Bu olaylara hemen herkesin seyirci kalması, olayların yarattığı sorunların çağdaş nitelikli bir gelişmeye maledilmesi, bugünü de içine alan kültürel ve sanırım entelektüel bir sorundur. Büyük alışveriş merkezlerinin, bir eksiği gidermedikleri, şehrin merkez yollarının yaşamımızdaki geleneksel insancıl yerini tümden ortadan kaldırdıkları, tahrip ettikleri veya itibarını çaldıkları, ticari değerleri altüst ettikleri gibi, her şehir için özel yaşam biçiminin yönünü, yerleşmiş ilgileriyle kurdukları ilişkinin değiştirilmek zorunda kalındığı, yani bir karmaşa, tahribat yarattıkları kolayca görülmektedir. Mitolojide rekabeti ortadan kaldırmak amacıyla çocuklarını ortadan kaldıran (yiyen) baba Kral Kronos yerine, çocuklarının onu yoketmesi süreci yaşanmaktadır. Merkezindeki gelişmelerde, o şehrin en uçtaki yerle şiminde yaşayan her noktasının, merkezdeki payı olduğu gerçeği gözönünde tutulursa, bir alışveriş merkezinin, şehir merkezinden kaçırdığı değerde, tüm şehrin payı vardır. Etkileri çok geniş bir alana yansıyacaktır. Böylece yollardaki köhneleşme, tenhalaşma, sınıfsal duşmerıin, sınırlı değii genel bir süreç, şehrin doğal yaşamına ciddi bir müdahale olduğunu bilmeliyiz. Bu köhneleşme ve tehnalaşma, gerçekte herhangi bir olumsuz olay değildir. Şehrin ölümcül bir hastaiığı, göreli de olsa iflasıdır. Başkenti başkent yapan, bazı önemli faaliyetlerinin istanbul'a taşınması, bir şehrin birçok varolma nedenlerinin birer birer kaldırılması, o şehre yapılan bir saldırıdır kuşkusuz.
Yaşanmakta olan, fakat farkında olunmayan veya tepki gösterilmeyen bu süreci, örnekierle ele almakta fayda var. istanbul'daki tarihi istiklal Caddesi'nın yüzyıiın ikinci yarısında yaşadığı talihsiz süreci düşünelim; 19304ü'larda, her gereksinmenin en iyisinin, düzgün bütün sinemaların, en güzel vitrinierin, kozmopolit kimiikleriyle burada bulunmaları, onu istanbul'un bir simgesi yapmıştı. Sonradan işhanına dönüştürülen, şehrin belki en iyi oteli Tokatlıyan'ın sokağı gören giriş katı lobisinde beyefendiler gazeteierini okur, dışarıyı, dışarıdakiler de içeriyi seyrederierdi. Dönemin en önemli çellisti, rnuzisyeni, hocam Muhittin Sadak'ı onların arasında sık sık gördüğümü anımsıyorum. Şehrin en güzel piyasa yeri orasıvoı.. Yüzyılın ikinci yarısında kendini yeniiemesi gerekirken, Şişli, Osmanbey, Nişantaşı rekabetiyle köhneleşti. Vakko ve dostlarının bu gerilemeyi durdurmak, ilerlemeye dönüştürmek Için gösterdikleri gayretIer, şehir için kısa sayılacak bir dönemde yorgun düştü. Çünkü yeni semtlere, konu ettiğimiz alışveriş merkezleri de eklenmekteydi. Şimdi istiklal Caddesi'ni, ara sokakları, geceleri bu sokaklardaki alt sınıf kulüpleri yaşatmaktadır. Gündüzleri ucuzluk görüntüsündekı küçük işyerleri Ile cadde, sözkonusu yeni alışveriş merkezlerinden sonra, bır daha kurtarılamayacak olan köhneleşme sürecine terkedilmiş görülmektedir. Bu dev atışveriş merkezleri ile ancak Nişantaşı bölgesi rekabet edebiliyorsa, bunu da şehir mekanının değerini kavrayanlara borçludur. Zemin kat kavramını ortadan kaldıran, sokakları yan yana, üst üste koyarak, yürüyen merdivenlerle bir şehir sokağının uzunluğunun on katından fazla ticari şerit üreten eylem, şehire verdiği zararlara karşın, kazancın tavan yapmasını sağlayan spekülasyonun altın dönemi başlamıştır.
Ankara'da da benzeri bir süreç yaşanmış, Cumhuriyet'in yeni başkentlnde, önceki Ankara'nın uzantısı olarak merkez Ulus ve Anafartalar da gelişmişti ... Yüzyılın ortasına doğru merkez, Atatürk Bulvarı üzerinde, kamu yapılarını da atlayarak, Sıhhiye-Kızıiay arasına yerleşti. Şehrin kendini bulduğu bir dönemdi, büyümüş akasya ağaçlarının gölgesinde, kaldırımlara taşan kafeler, herbiri halk tarafından tanınan, yaptığı işe kimlik kazandıran dükkanlar vardı. Önce, kaldırımların bir bölümü, trafik şeritlerini arttırmak için yola katıldı, sonra bulvara dik yollara sıra geldi ... Bu sırada gelişen Cebeci ve Bahçelievler caddelerinde yerei çarşılar. merkezler oluşmaya başladı. Onları Kavakiıdere izledi. ilginç olan, iki tarafiı kaldırımlar arasındaki kısa mesafe (yol genişliği), otomobiller geçse de, Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki kalabaiık içinde bir beraberlik sağlıyor, ortam oluşturuyordu. Bundan sonra Ankara'nın hemen her yanında zemin katlarında o bölgenin ekonomik düzeyine uygun ticarethaneler yayıldı ve ekonomiyle beraber çevrenin düzeyi göreli değişti. Şimdi farklı bir ticari ortam, merkez, mekanlar oluşturma sürecine girmiş bulunuyoruz. Artık şehir yapısına göre yeriyle iigili bir yapılaşma ve ticari zemin katlar üzerinde çok sayıda konut ve bazen de büro katı bulunan düzen yok. Konut blokları bir yana, aiışveriş merkezi, iş merkezi vb. bir işlev bölünmesi ile birlikte, beraberlik, bir yaşam bütünlüğünün ölümü başlamıştır. Bağımsız planlama ve uygulama iradesi eksikliği, şehirlerin bilinçli bir gelişmeyi yaşamasına engeldir. Üst katlardaki konutların, yol seviyesinde günlük ihtiyaçlarını sağlamak, önemli alışverişieri ve iyi vakit geçirmeleri amacıyla şehrin merkezine, şehre kimliğini veren mekanlar arayışıyla oluşan yaşam biçimini etkilemektedir ve bu etki artacaktır. Artık insanlar, alışveriş merkezlerinde butuşmakta, paylaştıkları bu mekanlarda, daha önce yaşadıkları kentsel aldiyet bulunmamaktadır. O kadar ki, bu alışveriş merkezlerinin, bazen bir parça doğa çağrıştırması için, büyük rnekanlara koydukları yapayağaç maketleri bile, ülkeyle yabancı palmiyelerdir. Mimarı, içinde satılanların büyük bölümü gibi, yapının etrafını saran otoparktaki otomobiller de genelde üretimi veya tasarımı yabancı (ithal) kimlik taşırlar. Bir tür kendini sevmemenin, güvenmemenin bir göstergesi sanki ... Bir zamanlar yapılan yeni binaları, çevrenin zorladığı koşulları, baba Kral Kronos'un krallığını sürdürmek için, çocuklarını yok etmesine benzetirdim. Şimdi yapılan büyük alışveriş ve iş merkezlerinin her saldırısında, şehrin bir yanının yok ediidiğini, ortada miras şehirden birşey bırakmayacak bir süreci yaşamakta olduğumuzu düşünüyorum. Bu durumda bütün şehirlerimizin, yeniden planlanması, yenıden inşa edilmesi gerekir. Bu şehrin bir köşesinin dönüşümü değil, yaşamla birlikte tümünün değişimldir. Acaba şehirciler, belediye planlama büroları ne düşünüyorlar?
|