SPAN lang=EN>
Bu yıl Şubat’ın 20’sinde, British Museum’dan bir e-posta
mesajı geldi. Konu kısmında 'Hadrian: Tickets on sale now' yazıyordu. Tam beş ay
sonra 24 Temmuz’da açılacak olan 'Hadrianus: İmparatorluk ve Çatışma' adlı
geçici serginin duyurusunu beş ay öncesinden yapıyorlar ve bilet satışını
başlatıyorlar!
Ekranda görülen afişin altında “Roma’nın en esrarengiz imparatorunun
hayatını, aşkını ve mirasını keşfedin” diyor. Tıklayarak yayımlamış oldukları
basın bülteninin tam metnine ulaşıyorsunuz. Acımasız bir asker olan Hadrianus’un
aynı zamanda Yunan kültürüne, mimarlığa ve genç erkek sevgilisi Antinous’a
düşkünlüğüyle de tanındığını bir çırpıda özetlenmiş buluyorsunuz. Ve bir an önce
gitmek için dayanılmaz bir istek içinizi kaplıyor. Bu duyurunun yapıldığı sırada
British Museum’da sürekli sergilerin yanı sıra üç geçici sergi birden açık.
2007’de müzeyi 5,4 milyon kişinin ziyaret etmiş olmasına şaşmamak gerek. Bu
arada Louvre’un 2007’deki ziyaretçi sayısı 8,3 milyon! (The Art Newspaper, No
190, Nisan 2008, s.7)
Bugün müzeler geçici sergiler üzerinde yükseliyor. Kent sakinleri ve kente
gelen yerli ve yabancı turistler yeniden ve yeniden aynı müzelere gidiyorlar.
Çünkü her defasında başka bir 'show' var. Bizde durum -en azından şimdilik- pek
böyle değil. Özellikle İstanbul’daki devlet müzelerini düşünüyorum. Bu kent 2010
yılında Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanıyor. Belki de bu seferberlik
içinde müzelerimizin makus kaderini değiştirmek mümkün olabilir.
Özel müzelerle gelen değişim
Son yıllarda özel müzeler manzarayı epey değiştirdiler. Yaptıkları geçici
sergilerle, faaliyet ve etkinliklerle, hatta kafe ve restoranlarla bu işi çağa
uygun yapmaya çalışıyorlar. Ancak düzenlenenlerin çoğu ödünç sergiler. Öyle
olmaya da mahkum. Çünkü bireysel koleksiyonların büyüklüğü art arda geçici sergi
üretmeye yetmeyebilir. Bu da anlaşılır bir durum. Yine de ellerinden geleni
yaptıklarına ve İstanbul’a canlılık kattıklarına inanıyorum.
Büyük koleksiyonların üzerinde oturan devlet müzeleri için aynı şeyleri
söylemek mümkün değil. Teşhirlerin büyük kısmı çok eskimiş durumda, teknolojik
ve müzeolojik yeniliklerden iz yok, hatta doğrudan girebileceğiniz web siteleri
dahi bulunmuyor. Dolayısıyla British Museum gibi aylık e-bültenler göndermeleri
söz konusu değil.
Müze yetkililerinin dile getirdiği serzenişlerine kulak verince meselenin
boyutları daha net anlaşılıyor. Müzelerin arzuladığı sayıda ve nitelikte geçici
sergiler, koleksiyon araştırmalarına dayalı yayınlar, sergilerle ilgili faaliyet
ve etkinlikler yapamadığı ve bunu içine sindiremediği kesin. Konuştuğunuzda
Bakanlık bürokrasisi de yukarıdaki tanılara katılıyor. Mevzuatın da, paranın da
gözü kör olsun! Kültür bakanlığı'na bütçeden ayrılan payı zikretmeye dilim
varmıyor. Ama sorun sadece bu mu?
Koleksiyonlar kimin için?
Müzelerin en başta sıraladığı sorun mekansızlık. Koleksiyonlarının yüzde
90’ından fazlasının depolarda durduğunu ve sığmadığını biliyoruz. Ancak bu
durum salt Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın her yerinde müzelerin depoları benzer
oranda doluluk gösteriyor. Zaten her şeyi birden teşhir etmek ne mümkün ne de
anlamlı. Önemli olan, depolarda bekleyen koleksiyonlara erişebilmek, bunları
araştırarak bilgi üretmek, yayın yapmak, bunları harmanlayarak izleyici
kitlelerinin yararlanması için yeni öykülerle yeniden düzenlemek ve sergilemek.
Eğer araştırmacı hakkıyla yararlanamıyorsa, arzulanan miktarda yayın
yapılamıyorsa, eğer müze ziyaretçisi ne teşhirde ne de depolarda göremiyorsa,
kimin için yer işgal ediyor bu koleksiyonlar?
Bugün müzeler depolarını kilometrelerce uzağa taşıyabiliyor. Dünyanın en
büyük müzeler külliyesi sayılan Washington DC’deki Smithsonian Institution daha
1983’de bunu gerçekleştirdi. Araştırma, koruma ve depo mekanlarını Museums
Mall’daki müzelerden koparıp Museum Support Center adıyla kentin bir başka
köşesine taşıdı. Örnekler ABD ile sınırlı değil. Evvelki yıl Londra’daki Ulusal
Müzeler (British Museum, Museum of London, vb.) depolarındaki fazlaları, büyük
boyutlu nesneleri ya da yakın gelecekte teşhire çıkarmayacakları koleksiyon
parçalarını Londra’nın 100 km dışına, Wroughton’a, depo olarak yeniden
yapılandırılan eski hangarlara taşıdılar.
Müze depolarını rahatlatmak gerek, hem koleksiyonlar, hem müze personeli, hem
de ziyaretçiler için. Muhtemelen dünyanın en değerli toprak parçası
sayılabilecek Tarihi Yarımada’daki müze depolarını da benzer kriterler
çerçevesinde kentin deprem riski taşımayan daha uygun başka bir köşesine ya da
dışına taşımak da değerlendirilecek bir alternatif olabilir. Böylece sadece
mekan değil, aynı zamanda koleksiyonlar da geri kazanılabilecektir.
Veri tabanı meselesi
Depoların yenilenmesi, ilgili müzelerin zaten bir an önce yapmaları icap eden
bir işe girişmeleri için, yani koleksiyonlarını veri tabanına girmeleri için
eşsiz bir fırsat yaratabilir. Devlet müzelerinin çoğunda, koleksiyonları
oluşturan nesneler veri tabanına hala geçirilmemiştir. Oysa dünyanın bu denli
önemli müzelerinde dijital ortama aktarılmamış koleksiyon pek kalmamış gibi.
Veri tabanı, envanterlemenin ötesinde bir kapsama işaret ediyor. Nesnelerin tek
tek ve detaylarıyla (kırık, çatlak, renk değişikliği vb dahil) fotoğraflandığı,
envanter bilgilerinin çapraz referanslama ve ilgili yazılı malzeme listeleri
gibi verilerle desteklendiği bir sistem bu. Böyle bir belgeleme pratiğinin
araştırmaya ve bilimsel üretime katkısı tartışılmayacağı gibi, iki önemli
uzantısı daha söz konusu edilebilir.
Her şeyden önce müzelerimizdeki durağanlığa son vermesi beklenir.
Koleksiyonların, depo raflarından, dolaplardan çıkıp tuşlara ve ekrana taşınması
küratörler, eğitimciler veya korumacılar için ne büyük kazanım olacaktır! Parmak
uçlarındaki engin kaynaktan sonsuz sayıda geçici sergi teması ve öyküler
türetebileceklerini, envai çeşit eğitim projesi geliştirebileceklerini düşünmek
bile insana heyecan veriyor. Bu sayede müzelere daha fazla ziyaretçi
çekileceğini, yeni bakış açılarının gündeme gelebileceğini, ülke ve dünyadaki
gelişmelere duyarlı olunabileceğini söylemek fazla iyimserlik olmaz.
Veri tabanının, yani 'nesne tanımlama' sisteminin, bir başka önemli sonucu
ise tarihi eser kaçakçılığına indireceği darbedir. Müzeden çıkan her hangi bir
nesnenin, meşru veya gayrimeşru olarak nereye götürülürse götürülsün yerinin
belirleneceği, satışının engelleneceği, sürece bulaşanların mazereti olamayacağı
aşikar. Ülkemizde pek nadiren gerçekleşen müzelerarası ödünç alma-verme
süreçleri de böylece başlayabilir. Depolarda gözlerden uzak saklanan
koleksiyonlar Anadolu kentlerinde bulunan ya da bu amaçla açılacak olan müzelere
ödünç gönderilse, oralarda üç yıl beş yıl boyunca sergilense ülkenin kültürel
gelişimi açısından fena mı olur? Kültürel mirasımızın zenginliği lafta ve depoda
kalmaktan çıkar ve gerçekten paylaşılır.
İnsan bunun neresinde?
Müzenin, koleksiyon yönetimi gibi temel bir işlevi yerine getirememesini salt
mekansızlıktan kaynaklanan bir erişim problemine indirgersek, eksik ve yanıltıcı
bir resim çizmiş oluruz. Çünkü bu kategorideki tüm eksiklere rağmen, muhtemelen
müzelerimiz daha fazla geçici sergi açabilir, daha fazla bilimsel yayın
üretebilirlerdi, şayet yeterli sayıda ve bileşimde personele sahip
olsalardı.
Geçen yıl Türkiye’deki devlet müzelerinde çalışan arkeolog sayısı 225 imiş.
Devlet müzelerinin ağırlıkla arkeoloji koleksiyonlarına sahip olduğunu
düşünürsek, aynı tarihte Bakanlığa bağlı 92 müzenin (141 adet ören yerini buna
katmıyorum) toplamına yakın bir kısmında çalışan arkeolog sayısı bu. Müze başına
ortalama 2,5 uzman bile değil. Ama bu yıl resmi ağızlardan öğrendiğimize göre
sözleşmeli (geçici) uzmanlarla bu sayı bir misli artmış. Müze başına 5 kişi!
Oysa Londra Müzesi’nde (Museum of London), örneğin, sadece arkeoloji hizmetleri
departmanında çalışanların sayısı 2007’de 162 ve dikkatinizi çekerim, bu bir
kent müzesi, arkeoloji değil.
Devlet müzelerimizdeki arkeologlar, hem müze içinde hem de alanda çalışmak,
hem belgeleme ve konservasyon yapmak hem de gündelik işleri yürütmek
durumundalar. Acaba kendilerini geliştirmek için (uzmanlık ve müze hizmetleri
alanlarında) literatürü izleyecek, araştırma yapacak, ulusal ve uluslararası
mesleki seminerlere katılacak zaman ve imkanları oluyor mu? Konservasyon ya da
Bilgi - Belge eğitimi almış uzmanlar neden müzelerde hala iş bulamıyor?
Gerçekten Müzecilik eğitimi almış kaç kişi var? Acaba müzecilik eğitimi almamış
olan uzmanlar için donanımlarını geliştirecekleri, değişen kuramları ve
müzecilik pratiklerini öğrenecekleri meslek içi eğitim programları ne sıklıkta
düzenleniyor? Öte yandan müzelerimizin performansları her hangi bir
değerlendirmeye tabi tutuluyor mu ya da kendilerini değerlendiriyorlar mı?
Bununla ilgili nesnel kriterler geliştirilmiş durumda mı?
Cevaplar da manzara da iç acıcı değil doğrusu. Yukarıda yazılanlar büyük
resmin bir köşesi sadece. Eğitim, iletişim, sürdürülebilirlik, paydaşlık ve
yönetişim gibi en az anlatılanlar kadar can yakıcı konulara girme fırsatı olmadı
bile. Müzelerin yönetim ve işletimine yakından ve ille de uzaktan bakmanın, yeni
bir anlayışı ve yapılanmayı, bunun yasal ve finansal dayanaklarını hep birlikte
aramanın ve bulmanın zamanı geçmiş olamaz. Herşeyi değiştirecek olan sihirli
dokunuş işbirliklerinden doğabilir. 2010’a az kaldı ama henüz vakit var.
Suay Aksoy: Müzebilimci, İstanbul 2010 Müze ve Kültürel Miras Projeleri
Direktörü
|