Bu hafta Radikal İki’de Cüneyt Özdemir’in “Mutluluğun mimarisi” başlıklı yazısı, şehrimizin parça parça satılmasına sessiz kalışımıza duyduğum tepkiyi tetikledi. Bugünlerde, özellikle İstanbul’dan yola çıkarak gizliden gizliye bir mimari tartışması yaşıyoruz aslında. Önce Zorlu’ya satılan arsa, ardından Dubaililer’in rekor fiyatla aldığı arazi. Evde bir bayram havası. Kimimiz parayı kendimiz kazanmışız gibi coşkuluyuz, çok azımız kaygı duyuyor.
“Buraya inşa edilen dev gökdelenlerde yanıbaşındaki Gültepe sakinleri oturmayacak” yazmış Özdemir, “Onlar şu günlerde kafaları karışık bir şekilde gökdelenlerin burgu mu düz mü olacağından çok, bu satışın kendilerini nasıl etkileyeceğini düşünüyorlar. Kimi ev fiyatları arttı diye seviniyor, kimi kiralar artacak diye kara kara düşünüyor.”
Ben Levent’te oturup, endişelenen azınlıktayım. Buraların son 10 yılda geçirdiği evreye tanıklık ettim, bir yerden bir yere gitmenin imkansızlığına da. Evimin değeri arttı diye sevinmeyi ihanet olarak görüyorum; şehrimi kaybediyor olmak daha önemli çünkü.
Cüneyt Özdemir’in ütopik bir dileği de var şehir arazilerinin değerlendirilmesi için: Buralar keşke park olsaydı...
Buralar park olmayacak ama zaten kaotik olan İstanbul mimarisi, giderek daha da karışacak. Bugün, uzaktan Maslak’a bakıldığında dünyanın en çirkin manzalarından birini görmek mümkün. Gökdelen dediğiniz zaten birkaç istisna dışında estetikten yoksundur: New York’ta Chrysler Binası güzeldir, ama Empire State bir o kadar çirkindir. İstanbul’un asıl sorunu ise gecekonduyla gökdelenin, otomobil tamircisiyle rezidansların iç içe geçmişliğinin verdiği karmaşa. Şehrimizin nasıl kurtulacağını hesaplamamız gerekirken, daha da büyük bir kaosa gömülüyoruz.
Örneğin, Zorlu’nun gerçek bir Türk zengini olarak yapması gereken İstanbul’da sahip olduğu o çok değerli araziyi belki de boş bırakmasıdır. Şirketinin genel merkezinin illa da şehrin tam ortasında olması gerekmiyor sonuçta; şehrin banliyölerinde, uzak yerleşim birimlerinde de bu tarz üsler kurulabilir. Yapı Kredi Bankası’nın Gebze’deki bankacılık üssü buna örnektir.
Dünyadaki büyük şirketlerin de başvurduğu bir yöntem, kimi zaman varoş, kimi zaman dışlanmış bir araziye yerleşip burayı kentsel dönüşüp projesine katkıda bulunacak şekilde geliştirmektir zira. Yakın zamanda vizyona giren “Breaking and Entering” filmi buna iyi bir örnek (“Yuppie guilt flick”). İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Kuştepe’ye yerleşmesinin sonuçlarını da uzun vadede göreceğimize inanıyorum.
Yine Cüneyt Özdemir’in verdiği bir örneği alıntılamak isterim: New York Soho’daki Prada mağazasının mimarı, gerçek bir dâhi Rem Koolhaas eskiden müze olan bu alanı alışveriş merkezi olarak tasarlarken girişi tamamen boş bırakmaya, hatta Prada logosunu bile koymamaya karar vermiş. Prada’ya girdiğinizde merdivenden aşağı iniyorsunuz, yanınızda 20 tane cansız manken oluyor o kadar. Çünkü Manhattan’da en pahalı şey “mekan” ve bu mekanı böylesi boş kullanmak gerçek zenginlik ve cömertlik işareti.
Şimdi Zorlu’nun böylesi bir vizyonerliğe sahip olması, Türkiye açısından da büyük bir gelişim olmaz mı? Gönül ister ki o Karayolları arazisini İstanbul halkına armağan etsinler. Orası, herkesin hayatının bir parçası olan kendi Central Park’ımız olsun. Piknik yapmaktan falan bahsetmiyorum ama orada koşalım, dolaşalım, nefes alalım, sohbet edelim ve hayatımızın içinde yer etsin.
Şehrimizle ilgili bir başka tartışma da AKM’nin akıbeti. Estetik dışı olan her şeye tapınan ortalamanın temsilcileri burayı da “Yıkalım, yenisini yapalım” mantığıyla eleştiriyor; yıkılan her şeyin yerine yapılanların ne kadar çirkin olduğunu, olacağını bile bile üstelik. Onların estetik anlayışı da Ritz Carlton oteli işte, geçelim.
Geçen günlerde Fatih Altaylı da İstanbul’un Cumhuriyet döneminde hiçbir simgesinin olmadığını yazdı, haklıydı. Ama bunun yolu da varolan ve kent hayatında yer etmiş, aşıkların buluştuğu, randevu verilen, bizzat hayatımızın içinde yer alan bir simgeyi yok etmekten mi geçiyor, başka başka yerlere başka başka eserler kazandırmaktan mı?
Mesela Sabah’ın Taksim meydanına yaptırdığı yeni merkezi, pekala Zaha Hadid ya da Frank Gehry gibi bir mimara verilebilirdi. Altaylı, patronunu bunun için ikna edip İstanbul’a uluslararası bir simge kazandırabilirdi. Elinde böylesi olanakları olan birinin, bunu yapmayıp yerle bir etmeyi alkışlaması düşündürücü.
Paris, Barcelona, Londra gibi şehirlerde kent simgeleri yıkılıp yerlerine yenileri yapılmak suretiyle çoğaltılmaz. Bir opera binası varsa ve daha iyisi gerekiyorsa, bir başka yere bir tane daha yapılır. Bir modern sanat müzesi varsa, daha iyisi yapılacaksa şehir iki müze birden kazanır.
Bırakalım AKM kalsın. Bırakalım şehirlerimizin bizim olsun, başkalarına satmayalım. Şehirleri satmak bana biraz da bedenlerimizi satmak gibi geliyor. Sayın Zorlu, sesimizi duyun, sandığınız kadar az değiliz.