“Yetişin Şakir Beeeey! Picasso öldü!” “Derhal dergiyi baştan sona
değiştirin, ilk sayfadan son sayfaya Picasso yapın!” “Yapamayız Şakir
Bey!” “Yaparsınız! Yaparsınız!” “Yapamayız, imkânsız!” “İmkânsız
yoktur! Yapmalısınız!” “Şakir Bey çıldırmış olmalısınız! Şimdi perşembe
akşamı! Dergi cuma sabah çok erken basılıyor!” “Öyleyse konuşmayı kes, hemen
gazetede buluşalım!” “Akal ve ben zaten gazetedeyiz… Sadece kapağı
değiştirelim yeter!”
Bunu söylememle, aman, aman, telefonun öbür ucunda gök gürledi, fırtına
koptu… Koskoca Picasso ölüyor da, Türkiye’nin tek sanat haberciliği yapan
dergisiydi de, evrensel çağdaş değer ölçüleriydi de… Susturabilene aşk olsun!
Bir süre daha “Yapamayız”, “Yaparsınız”, çekişmesinden sonra “Ben şimdi oraya
geliyorum” diyerek telefonu kapadı.
Biraz sonra Cağaloğlu’nda gazetedeki odamızdan içeri şimşek gibi girdi.
Yanında Oğuz Akkan. Sadece onu getirse iyi, evdeki kitaplığının yarısını da
yüklenip gelmiş. Minicik odada, dört masaya dördümüz çöktük. Şakir
Eczacıbaşı’nın orkestra şefliğiyle sabaha kadar başımızı kaldırmadan çalıştık.
Sabahın ilk saatlerinde, 36 sayfası baştan sona değişmiş, yenilenmiş dergi,
baskıya gitmeye hazırdı.
1973 yılının Nisan ayıydı…
***
“Yetişin Şakir Beeeeeeeey” feryadını ne ilk ne de son atışımdı bu!
1970 yılında Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinin her gün bir ek vermesini
kararlaştırdığında, bunlardan biri sanat ve kültüre ayrıldığında; 1972’de tüm
ekler kaldırılıp Sanat dergisine “devam” dendiğinde; her ekonomik krizde dergi
kapatılsın mı kapatılmasın mı tartışmalarında; Milliyet gazetesi Ercüment
Karacan’dan Aydın Doğan’a satıldığında; dergi paylaşılamadığında Akal Atilla ve
benim yanımda hep ama hep Şakir Eczacıbaşı vardı.
O günden, 1970’ten başlayarak Şakir Eczacıbaşı, Akal’ın ve benim “koruyucu
meleği”, “dostu”, en büyük “yardımcısı”, “destekçisi“, “sırdaşı” oldu.
Tartıştığımız, kavga ettiğimiz, anlaşamadığımız da oldu ama suç ortaklığından
asla vazgeçmedik. Şakir Bey, benim en çok, “suç ortağım” oldu!.. Evet suç
ortağı! Kültüre, sanata, güzelliğe, yaratıcılığa, çok renkliliğe, çoksesliliğe
yönelik ne komplolar kurduk birlikte, tahmin bile edemezsiniz!
***
Şakir Eczacıbaşı’nın lügatında, “olmaz”, “yapamayız”, “imkânsız” gibi
sözcükler yoktu… Aklı yatmadığı bir şeye hemen “Peki söyle bakalım, nasıl
yapacağız?” sorusunu baştan ortaya koyardı!
Yeniliğe her daim açıktı. Meraklıydı, öğrenmek isterdi. Okuduğu yeni bir
eleştiriyi, yurtdışında izlediği bir oyunu paylaşmak için gece yarısı telefon
edip saatlerce konuşmasını hiçbir zaman yadırgamazdım.
İnatçı tutumunu bildiğimden, kendi başıma kotaramadığım ancak mutlak
yapılması gereken, çözülmesi gereken sorunları ona aktarırdım. Her seferinde
“Yetişin Şakir Beeeeeeeey” diyerek…
Dostluklara inanır, arka çıkardı. Örneğin Sevgili Leyla Gencer’e gösterdiği
yakınlık, dostluk, kadirşinaslık beni asla terk etmeyecek. Dostluklarını
belirleyen değer ölçüleriydi. Muhsin Ertuğrul’dan Onat Kutlar’a, Ferruh
Doğan’dan Robert Wilson’a…
Sanat ve kültür yaşamımızda itici bir güç, bir dinamo, bir enerji ve sinerji
yaratıcısı… İstanbul’a tüm hükümetler, bakanlar, yerel yönetimlerden daha çok
hizmet eden… İstanbul’u “İstanbul” yapan…
Bunlar söylendi, söyledim, daha çok da söylenecek! Ama ben artık kime
“Yetişin!” diye sesleneceğim? (İşte insan bunca bencil olabiliyor!)
Tüm yakınlarına ve İKSV’nin tüm çalışanlarına sabırlar diliyorum.