Yerel Yönetimlerden Beklentimiz



Yerel yönetim seçimlerinde hangi ölçülerle tercih yapıyorsunuz, oyunuzu neye göre veriyorsunuz? Makro politikalara, yani siyasal partiye ve varsa onun ideolojisine göre mi, adayın yani bireyin özelliklerine göre mi, yoksa siyasetin-adayın kentinize özgü vizyonuna, programına göre mi?

İstanbul gibi bir metropolde, biliyoruz ki, önümüzdeki yerel seçim mücadelesinde tüm adaylar, siyasetleri ne olursa olsun aşağı yukarı alışılmış konulara değinecekler, benzer programlar ve çözüm önerileri ortaya koyacaklar. Bunu öngörmek için adayların geçmişten bu yana seçim propagandalarına bir gözatmak yeterli olacaktır. Bir iki radikal veya marjinal her zaman çıkabilir, ama bu istisnalar kaideyi bozmaz.

Ama konumuz olan İstanbul taşıdığı özellikler nedeniyle daha farklı bir bakış açısı hak etmiyor mu? İstanbul, çok katmanlı, çok işlevli, çok kültürlü, çok sınıflı, karmaşık, dinamik, gerilimli bir metropol. Kentsel olayları, sorunları ve olası çözümleri bu çoklu yapının gerilimleri, çatışmaları, uzlaşmaları biçimlendiriyor. Bu çoklu yapının nasıl çalışabileceğine, nasıl karar üretebileceğine birazdan değineceğim ama öncelikle adayların genelde üzerinde kapıştıkları platforma bir uğrayalım, standart yerel yönetim hizmetlerine yaklaşımlarına bir bakalım.

Yerel yönetimlerden, bildiğimiz bir işlevler listesi uyarınca hizmet beklenir. Doğumdan ölüme, ana çocuk sağlığı merkezinden cenaze işlerine, temiz su dağıtımından pis su arıtmaya, çöp toplamaya, dönüştürmeye, metropoliten çapta ulaşımın düzenlenmesinden kentsel güvenliğe, sağlıklı barınma alanlarının düzenlenmesinden dinlence parklarına kadar beklediğimiz hizmetleri içeren bildik bir “görev” listesi var yerel yönetimlerin. Özel değil, standart beklentiler bunlar, yerel yönetimlerin asal görevleri, olmazsa olmazları. Günümüzde bunların gerçekleştirilmesi iyi-kötü bir yönetim bilgisi, bir örgütlenme, bir kaynak yaratma ve kullanma stratejisi gerektirir. Bunu beceremeyecek olanlar zaten kente ve politik yapılarına ihanet ediyorlar demektir ve bu konu tartışmaya bile değmez.

Taşı toprağı altın

Böyle bakınca, artık İstanbul için hem dünya metropolü, hem finans merkezi, hem Avrupa başkenti diye atıp tutup sonra da çöpleri iyi topladım, dereleri ıslah ettim, yolları asfaltladım diye övünmek biraz ilkellik değil mi? Elbette ağır, pahalı işler bunlar ancak artık bu konuları tartışmanın ötesine geçmeliyiz. Bu tartışmalar çok daha önemli sorunları gözden kaçırmamıza neden oluyor. Böyle mahalle kavgası yaparken, bu standart hizmetler bağlamında bile birçok bilimsel konu açıkta kalıyor. “Yollarda çamur var...”, “Ama ben insanlara kömür dağıttım” diye didişirken bambaşka konuları gözden kaçırıyoruz. Örneğin şu kömür mü dağıtmalı, para mı vermeli konusu çok ilginç. Zaten ağır bir iç göç alan bu kentte yoksul ailelere aylık dağıtmak ne demek? Bu olaya bir de tersten bakalım: Taşı toprağı altın bu İstanbul’da üstüne üstlük para da dağıtılıyorsa ülkenin yoksul kesimlerinden buraya doğru göç artmaz mı? “Aile sigortası” diye adlandırılan ve sosyal devletin bir gereği olarak sunulan bu girişimin, bir plan çerçevesinde tüm ülke düzeyinde gerçekleştirilmesi (aşamalı bile olsa) daha doğru değil mi? Böyle bir girişim, (veya benzerleri, örneğin “mikrokredi”) ulusal gelir uçurumunu bir damla azaltabileceği gibi, yerinden, bölgesel kalkınmaya yönelik müthiş bir adım olmaz mı, iç göçü yavaşlatmaz mı, bu konuları kaçırıyoruz, tartışamıyoruz.

Basit bir örnek daha vereyim: “Ben yaptım”, “Ben daha çoğunu yaparım” kavgası ile İstanbul’da 70 kilometre raylı sistem yapıldığından söz ediliyor. Politikacı söylemini bilemem ama, bilimsel açıdan bu gerçek değil. Böyle bir sistem yok, bu bir sistem değil. Şu anda İstanbul’da altı-yedi ayrı “raylı sistem” var ve bu sistemler bağlantılı-entegre değil. Tümünün denetim merkezleri, vagon biçimleri, kullandıkları enerji, ray açıklıkları, ücretleri, tarifeleri farklı farklı. Dolayısıyla bir sistem oluşturmazlar. Dünyanın hiçbir metropoliten bölgesinde, bu denli tuhaf bir ray boyutu çokluğu, böyle bir savurganlık yoktur. Bu araçlar bulamacı, uzun aktarma süreleriyle bolca yürüyüp, merdivenler inip çıkarak, 20 dakikalık yere ancak 1,5 saatte ulaştırır sizi ve buna aklı olan kimse çağdaş bir metropoliten ulaşım sistemi diyemez.

Buna benzer biçimde bilimsel gözle bakıldığında insanı şaşırtan, üzen, dehşete düşüren o kadar çok sorunlu girişim var ki İstanbul’da. İşte birkaçı:

İnsanı, kültürü ve toplumu tümüyle dışlayan kentsel dönüşüm projeleri...
Kentsel altyapı ve üstyapı ile bütünleşmeyen, tüm kentsel boşlukları biteviye dolduran, niteliksiz, kimliksiz, donatımsız toplu konut adaları...
Aslında kamusal kullanımlar için yerel yönetimlere “emanet edilmiş” olan, kamu alanlarının özel amaçlara tahsis edilmeleri ve/veya satılmaları...
Böylece kentte hiç yeni kamusal alan üretilmemesi, buna karşın varolanların da kısa vadeli gelir uğruna tüketilmesi...
Ani ihalelerle ve kentsel taraflarla uzlaşılmamış kararlar doğrultusunda, oldu bitti biçimde ortaya çıkan failimeçhul mega-yapılar...
Yarım asırdır durmadan, küstahça, kentle, kentliyle alay edercesine değiştirilen kaldırımlar...
Kentin en değerli yerlerinde özensiz biçimde, sığ bir kültürle yapılmaya çalışılan güzelleştirme çabaları...
Hâlâ plan yok!

Son olarak en “çıplak” gerçeği vurgulayayım: Dünya metropolü, uygarlıklar sahnesi, bölgenin finans merkezi, Avrupa başkenti İstanbul’un hâlâ bir planı yok. Bu durum karşısında ise gelmiş geçmiş tüm başkanlarımızın savunmaları hazırdır: “Muarızlar, münafıklar planı dava ettiler, iptal ettirdiler”. Bence doğru da yaptılar, çünkü, böyle bir metropolün planı ikili uzlaşmalarla yapılamaz, çoklu uzlaşmalarla ortaya çıkan makro politikalar, stratejiler, hedefler doğrultusunda yapılır.

Bu çoklu uzlaşmalar için, temsil gücü olan tüm tarafların masaya oturması gerekir, temsil gücü olmayan kesimlerin de bu süreçte seslerini duyurabilmeleri için önlemler alınır, böylece olabildiğince etkin biçimde temsil edilen kentsel aktörlerle sorunlar tartışılır, bilgi alışverişinde bulunulur, öncelikler, stratejiler olabildiğince “kazan-kazan” paradigmaları doğrultusunda belirlenir.

Çağdaş kentbilim, pazarlık masasında görülmek istenen kentsel aktörleri beş ana kategoride tanımlar:

Yerel yönetimler, merkezi yönetim ve onların yasama, yürütme, planlama, denetleme, uygulama erklerinden oluşan yapılar.
Kullanıcı, semtli, kentli, toplum.
Sivil toplum örgüt ve kuruluşları.
Uzmanlar, plancılar, mimarlar.
İnsanları, küresel, yerel yatırımcılar.
Zaman zaman birbirine muhalif veya destekleyici konumda, zaman zaman da işbirliği veya çıkar çelişkisi içinde olan örgütlü/örgütsüz bu grupların güç dengeleri, kentin ana stratejik kararlarının belirlenme sürecine, sözbirliği olmasa bile katılır, haberdar olur, özgül çıkarlarını korur.
İstanbul’a değin yukarıda tanımlanmış olan neredeyse tüm sorunlu kararlar ve uygulamaya geçirilmiş eylemler, tek merkezden oligarşik biçimde veya ikili-üçlü uzlaşmalarla gerçekleştirildi.

Sonuç olarak, ben İstanbul’u yönetmeye aday kişilerden bir an önce, çağdaş demokrasinin gereği olan ve bir Avrupa Şartı da olan Kent Konseyi’ni çalıştırmasını, temsil edilecek tüm tarafların katılımıyla öncelikli olarak bir stratejik plan yapmasını bekliyorum.

Haydar Karabey / Dr., mimar