Vapur iskeleden uzaklaşırken leylek belirginleşirdi. Gagasında
‘yuva’ taşıyan, kanat çırpıp duran leylek. Çabalar durur ama yuvasını
sakin bir toprağa konduramazdı. Banka, konut kredisi ile müşterilerine
yuva vaadini neon reklamla anlatıyordu. Hava kararınca kanat
çırpmaya başlayan kuş gece yarısı gibi sönerdi. Aradan yıllar geçti.
Evimizin hemen arkasında dev bir reklam ekranı zuhur etti. Kuleleri diken
inşaat şirketi, zemin kattaki hipermarket (mahallede hiper- süper-mini
toplamı bir düzine olmalı), bitişiğindeki elektronik
perakendecisi reklamlarını ekrana yansıtıyorlar. Tam 24 saat! Ne dedikleri
önemli değil. (Mac Luhan olsa ‘medyum önemli değil, önemli olan ekran’
derdi.) 24 saat kıpkırmızı, sapsarı, zırt beyaz ışık evlerin içinde.
Hiçbir kalın perde durduramaz. Giderek tüm işlek caddelere, meydanlara bu
dev ekranlardan yerleştiriliyor. Kentlilik vergisi olarak
o sınır tanımayan ışık biçare gözlerimizin ta içine sokuluyor.
Hem ışık hem de renk algımızı bu yeni kent heykelleri rehin aldı. Tüm o
anıtlar, taklar, çeşmeler, heykeller ekranların yanında ‘sönük’ kalıyor.
Galiba iki yıl kadar önceydi. Madrid’de belediyeye bağlı ‘Kentsel
Kalite Komisyonu’ yeni kent anıtı yapılmasını yasaklayan bir
moratoryum ilan etti. Özel bir bağlam/ mekân gereği olmadıkça yeni şeyler
yapılıp meydanlara, caddelere konulamıyor. İstanbul’daki kent anıtlarının
envanteri nerededir? Eldekiler yetmez mi?
Belki de şimdi İstanbul ve anıt konuşma sırası hiç değil. İstanbul
dünyada kültürel mirasını tehlikeye atan kentler arasına adını yazdırmak
üzere. Haftaya, Brezilya’da, İstanbul’un mirasına
sahip çıkan kentler listesinden atılması oylanacak. En çok konuşulan da
bir anıt. Metropolü yöneten kişinin de müellifleri arasında yer aldığı
bir metro köprüsü. Hem de boynuzlu, moynuzlu (eh, Altın Boynuz’u katedecek
ya o kadar da olsun). Bu gidişle Süleyman’ın ismiyle müsemma camisinin
minareleri gölgede kalacak. Bazıları UNESCO’nun
listesinden atılmayı pek önemsiyorlar. Yine açık mektuplar imzalanacak,
demeçler verilip gösteriler yapılacak. Ben, doğrusu, liste konusuna önem
de vermiyorum. Dünya mirası listesinde olmak nasıl talana, bayağılığa,
savurganlığa engel olamadıysa listeden atılmak da bu saçmalıklara
karşı durmaya, doğru örnek bulup çıkarmak için çalışmaya engel değil.
Listede kalmakla mirasın korunacağına inanmak, AB’ye girmekle
‘insan haklarına saygılı demokrasi’ geleceğine inanmakla
eşdeğer. Hem sonra son dakikada Brüksel’de üyeliği kurtarmak, son
dakikada gelen golle dünya şampiyonasına gitmek (‘son vagon sendromu’?)
Türk ulusunun hasletlerinden değil mi? Hem atma işini erteleyip
top çeviren UNESO komisyonunun birkaç uzatma dakikası
daha oynamak istemeyeceğini kim bilebilir? Yurttaşı ses çıkarmak için
sabırla seçim sandığı bekleyen, aydını fikir, çözüm üretmek yerine
abilerin, ehveni şer’lerin arkasından giden bir ülkede (ancak) olur böyle
vakalar.
Mimarların hiç mi suçu yok? Yarışmalara teklif çağrılarına koşarak
giden mimarlar. Sunumlarını, çizimlerini eğretilemelerle, (işte tam burada
metafor yerine bu kelime yakışıyor) felsefe kavramlarıyla ince ince
süslemeleri işe yaramıyor. Çoğu zaman iz bırakma, imza atma coşkusu
toplumsal kaygının, bağlamın önüne geçiyor. Hem (ağa)babalardan
R. Koolhaas ‘satmışım bağlamı’ (‘fuck the context’
dememiş miydi?). Yerelleşme söylemi sürdükçe gitgide yeknesak bir
korkunç kente dönüşen dünyada, tarihi boyunca iktidarla içli dışlı olmuş
mimarlık mesleği yeni bir tanımlamaya, cesur bir altüst oluşa şiddetle
ihtiyaç duyuyor.
Parlak etkinlikleri, parlak yayınları, tumturaklı konferans
konuşmalarını durdurmak mümkün olmadığına belki mimarlık alanı dışından
biri/leri kalkıp iki fikir üretmeye cesaret edebilir?
İstanbul’a gelince. Leonardo’nun ruhu gelip de köprünün
boynuzlarıyla ilişki şayiasını tekzip edemeyeceğine göre, belki de iş başa
düşüyor.