Atlantik kıyısında, Douro nehri ağzında kurulmuş bir kent
Porto. Yaklaşık iki milyara yakın nüfusu var. Napolyon’a karşı
direnişiyle ünlü. Bu nedenle geçmişiyle onur duyuyor. “A Cidade
Invicta”, yani “yenilmeyen kent”. Şarabıyla gönülleri
yakıyor. Önce, 1756 yılında çıkarılan yasayla, Porto şarabının yapımında
kullanılan üzüm çeşitleri ve şarabın tarifi koruma altına alınmış. Sonra da,
yüzyıllar sonra, UNESCO tarafından Dünya
Mirası listesine sokulmuş. 2001’de Avrupa
kültür başkenti seçilmiş.
Porto mu şaraphanelerin kıyısında
kurulmuş, yoksa şaraphaneler mi Porto kıyılarını işgal etmiş pek bilinmiyor. İki
yaka, bir yanda Cais de Ribeira, diğer yanda Vila Nova
de Gaia, altı köprüyle birbirine bağlanmış. Bu köprülerden 1. Luis
köprüsünün mimarı, Paris’teki Eiffel kulesinin tasarımcısı Gustave
Eiffel’in yetiştirdiği ustalardan. Köprünün üzerinden yürüyerek karşı
tarafa geçmek ayrı bir tat. Vila Nova de Gaia, 1253 yılında Ribeira kıyısına
rakip olmuş. Yamacında 80’e yakın şarap mahzeni var. Port şarapları buralarda
yıllanmaya bırakılıyor. Port şarabının en önemli özelliği şaraba yapım sürecinde
brandy eklenerek, fermantasyonun şılap diye orta yerde durdurulması. Neden mi?
Çok basit. İngiltere Fransa’ya ambargo koyup da, Fransız şarabının alımını
yasaklayınca, şarapsız kalmış. Hadi demiş, Portekiz’den alalım şarabı. Ama o
zamanlar Portekiz oldukça uzak kalıyor İngiltere’ye. Yollarda gidip gelirken
şaraplar bozulmasın diye şaraba brandy eklenerek fermantasyon yarıda kesiliyor
ve bugünün Port şarabı icat ediliyor. Hemen kıyıda gözümüze kaçanlar: Sandeman,
Taylor, Graham ve Calem. Beyaz port yemek öncesi,ya da günün herhangi bir
saatinde, “tawny” denilen bir çeşit kırmızı port ise yemekten sonra özellikle
çikolatalı tatlılara pek bir yakışıyor. Yine Portekiz’de tattığım Vinho
verde’nin ise yeşil şarapla ilgisi yok! Sıcak yaz gecelerine serinlik katan,
bizim bildiğimiz beyaz şarap. Her mahzenin teknesi Gaia kıyısında demirlemiş,
Ribeira kıyısına fıçılarla taşıyorlar şarapları.
Portolu
olmak
Barok, granit ve anıtsal bir kent Porto. Eski yüzlü ve gri bir yandan.
“Gloomy”, İngilizlerin deyişiyle. 15. ve 16. yüzyıllarda yeni kıtalara doğru
denize açılan ‘kaşif’lerin getirdiği zenginliklerden payını almış. Buna rağmen
Lizbon ile arasındaki kardeş çekişmeleri bugün bile dillerde dolaşıyor.
Lizbon’un Expo 98 nedeniyle altyapısının
yenilenmesi, Porto’da infial yaratmış. Neyse ki 2001’de Porto
da Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş de ortalık
durulmuş.
İnişli çıkışlı, kıvrımlı caddeleri, kayalıklara oyulmuş renkli
suratlı evleri, karanlık yüzlü kemerleriyle nehri seyreden bir kent Porto.
Napolyon’a onca direndikten sonra 1755’te 9 şiddetindeki depreme teslim olmuş,
daha sonra 1822 yılında Brezilya’nın bağımsızlığı Porto’yu depremsel boyutlarda
sarsmış. 1932 itibarıyla başlayan yaklaşık 40 yıl süren Salazar depreminden ise
hiç söz etmeyelim. Bu süre içinde tüm Portekiz gibi Porto da ezilmiş, büzülmüş
ve kabuğuna sinmiş, içine kapanmış. Dünyaya küsmüş. Günümüzde şaraplarıyla ünlü
olduktan sonra ancak, kendinden emin bir kente dönüşmüş.
Portolular
kendilerini Portekizli olmaktan ziyade Portolu olarak tanımlıyorlar. Kendilerini
ayrıcalıklı görmelerinin nedeni ise, çalışkanlıkları. Tabiri caizse, Lizbon’un
caka sattığını, çok eski bir üniversite kenti olan Coimbra’nın ineklediğini,
katedralleriyle ünlü Braga’nın sabah akşam ibadete durduğunu, ama Porto’nun gece
gündüz çalıştığını dile getiriyorlar her fırsatta.
Portolular,
“İşkembeciler” olarak anılıyorlar. Çünkü, en ünlü yemekleri işkembeli kuru
fasulye. Söylenti o ki, Portolular, Afrika’ya doğru denizaşırı yolculuğa çıkan
Henry’ye ellerindeki tüm etleri veriyorlar ve onlara yemek için kala kala
işkembe kalıyor! O gün bugündür, Türkiye’nin işkembeden kardeşi olmuş Porto.
Yani Porto yenilmez, Porto çalışkan, Porto fedakâr. Porto, Douro vadisinin orta
yerinde şarabını yudumluyor. Sağlığınıza!