Foça’nın tatilci profili geçen hafta gerçekleştirilen rock
festivali kapsamında uzun saçlı ve sırt çantalı gençlerle oldukça değişik bir
yapıya bürünürken, Yeni Foça yine mütevazı ve sakin bir tatil
beldesi görünümündeydi. Önündeki “yeni’’ tanımlamasına karşın burada “eski’’ye
dair daha çok şey görmek mümkün. Taş evleri, dar sokakları ve küçük çarşısı
geçmişten anılar saklıyor. Yeni Foça’da yıllar önce zaman geçirmiş olanlar, hala
bir şeylerin yerinde durduğunu görmekten sevinç duyuyorlar. Son hızla geçmişini
yitiren bir ülkede az bulunan bir durum bu.
Yeni Foça, yazlık konutların eski kentin tarihi dokusunu bozmadan
Buruncu tarafına doğru yayılması nedeniyle eski özelliklerini
az bir değişiklikle de olsa koruyor. Çeşme ve Alaçatı gibi İstanbulluların
hücumuyla zıvanadan çıkmamış, Dikili gibi betonlaşmanın altında ezilmemiş,
kalabalık, müzik ve motosiklet gürültüsünden hala uzak kalabilmesi şaşırtıcı.
Yangınlarla yeşil dokusu büyük ölçüde kıyıma uğrayan tatil beldesinde
rantiyecilerin ağzı sulansa da henüz bu yönde bir suistimal izi görülmüyor.
Bakir koylar...
Ancak, iki Foça arasındaki, virajlı ve dar yollardan geçilen, SİT alanı
sayesinde bugüne kadar korunabilen koylarda çok sayıdaki yeni yapılaşmanın, bu
güzelim bakir alanı yavaş yavaş kemirdiği de gözden kaçmıyor. Sadece kamping
alanı olmaya uygun bu koyların yapılaşmaya açılması nasıl ve ne zaman başladı
bilemiyorum; ancak ikinci konut işgali ve turistik tesis adı altındaki çirkin
beton yapılaşma durdurulmazsa İzmir’in yakınındaki bu çok temiz ve güzel
koyların kısa zamanda elden gideceğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Henüz kanal projesinin ihale aşamasında olduğu Yeni Foça’nın en büyük sorunu,
fosseptikler olmalı. Çünkü kıyı boyunca sıralanan ikinci konutlar ve diğer
tesislerin atıkları, “sızdırmalı’’ foseptik çukurlarından doğruca denizi
boyluyor. Bunu bazen deniz dalgalıyken kıyıya vuran köpüklü bulanık tabakadan
anlıyorsunuz; bazen de, “Bizim fosseptik çukuru pek dolmuyor; sular nereye
gidiyor bilmiyorum’’ diyen bir yakınınızdan gelen itiraftan.
Yine de Yeni Foça’nın sokakları, aracınızdan inip de yürümeye başladığınız
andan itibaren incir ağacı kokuyor. Baygın ve kendine özgü kokusundan, kendisini
görmeseniz de varlığını anlıyorsunuz. Bu Akdeniz iklimine özgü kadim ağacın
kokusunu, buralarda başka bir yerde pek duyamazsınız. Eski Rum evlerinin
yıkıntıları arasında muzaffer bir komutan edasıyla dikilirler. Eski taş evler
yıkılır da onlar ayakta kalırlar. Kendiliklerinden topraktan fışkırırlar; ne su
ne de bakım istemeden, ellenmezlerse öylece büyür giderler.
Yakında bir yerde belki yüz yıldan daha eski bir çınar ağacı kocaman
gövdesiyle gökyüzüne doğru uzanır; gövdesine çivilenen reklam panolarına inat
yaşamını sürdürür. Eskiden toprak testilere su doldurduğumuz çeşmeyi arar
gözlerimiz; çeşme olmasa da çınar 40 yıldır aynı yerdedir.
Bu eski kasabanın dar ve eğri büğrü ara sokaklarında çocukluktan izler bulmak
mutlu eder insanı. Ufak değişikliklerle birçok şey aynı kalmıştır. Balkonunda
oturup çiğdem yediğimiz Rum evi, biraz betonarme bir görünüm kazansa da balkonu
aynı oymalı balkondur. Oralarda başka bir taş evde, şimdi size ait olmasa da, üç
kuşak öncesinden ninenizin de ayaklarını balkondan sarkıtıp çiğdem yediğini
bilmek insana bir derinlik verir. Bu bambaşka bir duygudur. Tanışık olmaktan öte
bir samimiyet, bir sıcaklık vardır burada. Annenizin çocukken oyun oynadığı “taş
kuleyi’’ bulmak; onun annesinin gittiği ilkokulun önünden geçebilmek; avlusunda,
ailedeki büyük kadınların güle oynaya “çekme makarna’’ yaptıkları evi
restorasyon geçirmiş ve yenilenmiş haliyle görebilmek. Bu yerler size ait
değildir ama sizin “oralı’’ olduğunuzu söylerler.
O zaman sanki bu eski kasabanın sokakları sizi kucaklar; şimdi çoktan toprağa
karışmış büyüklerinizin koruyucu gözleri sizi izliyormuş gibi gelir. Her bir
yerine anılar sinmiş olan bu yerde şöyle bir durup, “bir yere ait olma duygusu
böyle bir şeymiş’’ dersiniz kendi kendinize.