Yoğun yağmurun neden olduğu sellerin ardından
yaşananlar, yitirdiklerimiz, görüntüler ulus olarak hepimizin canını
yakmıştır. Masum bir beklenti, bir kişinin çıkıp da bu felakette sorumluluğu
olduğunu açıklaması, görevini bırakması beklentisi yine boşa
çıkmıştır. Suçlu olarak, yağmurun fazla yağması, dereler, insanlar ve hatta
insanoğlu gösterilmiştir. Sorumluluğu kendi dışındaki kişilerde ve etkenlerde
arama hastalığı sürmüştür. Acıyla ve felaketle gelen bir fırsat, durumumuzu
gözden geçirme, yeniden düşünme fırsatı yine kaçırılmış görünmektedir.
Bu felaketin birçok karesi üzücüdür. Biz en son kareleriyle ilgilenmek
istiyoruz. Utanç verici “yağma” kareleriyle… Yağma, böyle bir
felaketi yaşasalardı Londra’da, Paris’te,
Münih’te göreceğimiz bir olgu olmazdı. Çünkü bu yağmanın
görünen yüzünü değil, arka planını irdelemek gerekmektedir.
Son yılların önemli kavramlarından olan “yeni yoksulluk”,
küresel ekonomik alanda oluşan dönüşümler sonucunda, önceden kendini yoksul
duyumsamayan kitlelerin yoksul duruma düşmesi, bu yoksulluğun görece kalıcı
olması ve bu özellikteki kitlenin giderek toplumsal ve mekânsal süreçlerden
dışlanmasıdır. Bu dışlanma ve ötekileşme ya da ötekileştirme süreci yoksun
olmaktan kaynaklanan ve göreceliğe de dayalı bir süreçtir. İnsanın karnı doysa
da, ısınsa da ve barınsa da diğer insanların sahip olduklarına sahip olamama
durumu, onları yoksun kılmakta, yoksullaştırmakta ve ötekileştirmektedir.
Bu ortaya çıkan yoksulluğun çok önemli özelliği ise
kalıcılaşmasıdır. Düşük eğitim düzeyi ile kentlere gelen
insanların, sosyal güvenceye dayalı, düzenli çalışabilecekleri işlere sahip
olmaları oldukça zor olmaktadır. Bu durum düzenli gelire sahip olmama ve
istikrarlı bir yaşam kalitesine erişememe sorununu gündeme getirmektedir.
Düzenli bir işe sahip olanlar bile düşük gelir düzeyine sahip oldukları ve
dolayısıyla kentteki yaşam kalitesini tutturabilecek gelir düzeyine sahip
olmadıkları için “çalışan yoksul” kesimi oluşturmaktadırlar.
Türkiye’de yaşanan “Kıyı-Batı ve Dağ-Doğu çelişkisi”, yeni
yoksulluğun da temelini oluşturmaktadır. Özellikle yoksul Dağ-Doğu’dan eğitim
düzeyi düşük insanların Kıyı-Batı kentlerine göç etmesi, kırsallaşan kentleri
ortaya çıkarmaktadır. Bu insanlar kente gelirken değerleriyle, yaşam
biçimleriyle gelmektedirler. Kentlerin merkezlerlerine değil, periferisine
yerleşmektedirler. Kent merkezini kuşatan periferi, değerlerini, yaşam biçimini,
alışkanlıklarını kırsalda yaşadığından hatta daha keskin biçimde yaşamaya
yönelirken, aynı zamanda yaşadığı periferisini bir biçimde kuşatan kapitalist
yaşam ve onun tüketim değerleri bu eğitimsiz ve yeni geldiği çevrede tutunmaya
çalışan bireyleri içine çekmektedir. Kentin merkezine iş bulmak için gittiğinde
ya da onun yaşadığı mekânla iç içe geçmiş gökdelenleri gördüğünde, büyük
alışveriş merkezlerine en azından ısınabilmek için girdiğinde karşılaştığı
durum, onun dünyasında kurguladığı yaşam biçemini allak bullak etmektedir. Bu
bağlamda yeni bir yoksulluk oluşmaktadır.
Zengin Batı-Kıyı kentleri olarak adlandırdığımız kentlerde yoksul Dağ-Doğu
kaynaklı göçlerle oluşan kentlerin periferileşmesi sorunları vardır. Bu bağlamda
göç alan bölgelerin nerelerden göç aldığına baktığımızda, Kıyı-Batı bölgelerinin
Dağ-Doğu bölgelerinden göç aldığı, TÜİK (2009) verilerinde çok açık biçimde
görülmektedir. Bu verilere göre 2007-2008’de en fazla göç alan İstanbul ve yakın
çevresi olup, göç edenlerin sayısı 374.868’dir. İstanbul ve yakın çevresine
gelen insanların yüzde 58.35’i yoksul Doğu kentleri ile Karadeniz
bölgesindendir. İstanbul bu nedenle diğer göç alan bölgelerden farklı olarak
incelenmelidir.
İstanbul, kendi içinde zenginliği ve yoksulluğu bir arada yaşayan farklı bir
megapol konumundadır. İstanbul için gelir ve tüketim eşitsizliğinin verileri ne
yazık ki yoktur. Bu nedenle bu eşitsizliği hesaplama olanağı da yoktur. Ancak
İstanbul’un farklı mekânlarında biraz gezindiğimizde, Türkiye’deki var olduğunu
düşündüğümüz “Kıyı- Batı ve Dağ-Doğu çelişkisi”nin, İstanbul’un “Kıyı-İç eksenli
çelişkisi”ne dönüştüğüne tanıklık edebiliriz. Dağ-Doğu’da görebildiğimiz
olayların ve olguların, İstanbul’un iç kesimlerindeki ilçelerde ve
mahallelerinde de olduğunu çok rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Bunun nedeni,
kanımızca, kente göç eden insanların oluşturduğu kümelerin, yeterince kamu
hizmeti alamamasıdır. Kamu hizmetinin göçün önünde gerçekleşememesidir. Gelenler
kentin çeperlerinde gelişigüzel, kendilerince mahalleler oluşturmakta; daha
sonra bu mahallelere kamu elektrik, yol, su, okul, hastane ve altyapı
götürmektedir. Böyle olunca da kent planlamasına dayanmayan, kent bütünü içinde
tasarlanmamış kentçikler oluşmakta; bunlar popülist politikalarla bezendiğinde
de kırsal kesimden daha da kötü koşullarda yaşam standartları ortaya
çıkmaktadır. İstanbul’da yağacak olan bir kar ya da bir yağmur, kolayca felakete
dönüşmekte, büyük mega kent ya da kapitalist finans merkezi olarak
nitelendirdiğimiz İstanbul, bir anda kar altında ya da sular altında
kalabilmektedir. Bunun adına da “doğal felaket” denilmektedir. Oysa doğa kendi
dengesi içinde enerjilerini boşaltmaktadır. Bunun dünyanın her coğrafyasında bir
felakete dönüşmediği de görülmektedir. Nerelerde dönüşüp nerelerde
dönüşmediğinin, gelişmişlik, yönetim erginliği, stratejik davranma ve önlem alma
ile ilgili olduğu ortadadır.
İstanbul’da yaşanan sel felaketindeki televizyonlara yansıyan görüntülerdeki
yağmalamaların ve ölen insanların öykülerinin üstünü biraz kazdığımızda, bu
“yeni yoksulluk”un izleri çıkmaktadır. Kente göç ederek gelen ve hemen hemen her
gün kent merkezleriyle ilişki içerisinde bulunan, kentin yüksek gelirli
insanlarının izlediği televizyonları mağazalarda gören, bindiği 4x4 jeepleri
dışarıdan izleyen bu insanların, bir sel felaketiyle sular içinde yüzen bu
televizyonları kapıp götürmesinin, selin arkasında bıraktığı yemek takımlarını
kapışmasının, arabalarına doldurmasının, hatta belki de yaşamını yitirmiş
insanların cüzdanlarını karıştırmasının altında basit bir yağmalamanın olmadığı,
yalnızca vicdanla açıklanamayacak gerçeklerin olduğunu görmek, saptamak
gerekir.
Suyun bütün kentleşme pisliklerini ortaya çıkardığı bugünlerde, dere
yataklarına izinsiz yapı yapanların, riskli bölgelere ev kuranların arka
planında da yine yeni yoksulluğun bulunduğu görülmelidir. Öte yandan “çalışan
yoksulluk” örneği de bu sel felaketinde açıkça ortaya çıkmıştır. Bir tekstil
firmasının kamyonetten bozma servis aracında boğularak ölen yedi kadının
öyküsündeki yırtık şemsiye figürü, çalışan yoksulluğu simgelemektedir. Yerel
seçimlerin üzerinden daha 6 ay geçmiştir. Seçilenlerin, 4.5 yıllık çalışma
izlencelerini oluştururken, bu felaketlerden yeni dersler çıkarmaları,
şapkalarını önlerine koymaları, bu arada yeni yoksulluğu önemsemeleri, ciddiye
almaları gerekir. Yeni yoksulluğun yeni toplumsal felaketlere neden olmaması
için, bugünden başlayarak çabalar harcamak, felaketten çıkarılacak derslerden
birisi olmalıdır.
Prof. Dr. Erol Köktürk / Kocaeli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tahsin
Bakırtaş / Sakarya Üniversitesi