Vize Bahanesiyle…



Başbakanın geçen haftalarda önerdiği “İstanbul’a girişte vize” sözünü biz fazla ciddiye almadık ve üzerinde yorum yapmadık. Politikanın ve kent yönetimlerinin çözüm bulmakta zorlandığı temeli sosyal ve ekonomik derinliklere dayanan konuları ayaküstü konuşmalar sırasında kestirmeci sloganlarla tanımlaması yeni bir durum değil şüphesiz. Üstelik yıllara dayalı problemlere hiçbir sosyal perspektif sunmadan “yasaklarsın kimse giremez” gibi çok ‘zekice’ buluşları söyleyivermek kendinden önce sorunu çözmek için bunalmış yöneticilere ‘fark atmak’ anlamı taşımaktadır.

Eni sonu dediğimiz gibi ayak üstü söylenmiş, “ben belediye başkanlığımda da bunu demiştim…” çağrışımını bir açılışta sayın başbakanın kullanmasının dışında bir ehemmiyet arz etmeyen söylem yine de basında yer buldu. Bazı mimarlık basını da konuya tepki verdi ve üzerine değerlendirme yazısı yazdı.

Hatta İstanbul’un o insanları çıldırtan trafiğine belediye başkanının, bakanların ve başbakanın bizzat gelip direktifler yoluyla rahatlatmaya çalıştıkları günlerde söylendi vize teklifi. Hatırlayın, şu kent içi yol- kavşak yapımı müteahhitlerinin kulakların çekildiği, “işinizi yolları daraltmadan yapın yoksa ceza geliyor” diye ihtar edildiği günlerdi. Daha sonra “tek-çift plaka uygulaması” ve yine bir yenilik olarak İstanbul’da “yeni araç plakası vermemek” gibi bir dahice önlemler buna eklendi.

Savunmanın yetersizliği
Bu kentin tek sorunu elbette ulaşım ve nüfus artışı değil. “Vize” uygulamasını ciddiye alıp tahlil yapanlar bakın hangi başlıkları kullanmış: “Plansızlık sürüp gidiyor.” Diğer başlık “bütün plan değişiklikleri yoğunluğu arttırmaya yöneliktir” Bir diğeri “kentlerimizde şehirciliğin adı yok”

Genel ve geniş zamanlı sorun saptama seanslarında söylenebilecek ne kadar argüman varsa sıralanmış yazar tarafından. Çoğu somut yaşamımızda karşılaştığımız şeyler. Fakat yaklaşımda bir tuhaflık var. İkna edici fakat tatminkar değil.

Özellikle kentlerimizde şehirciliğe başvurulmadığının söylendiği bölüm “şehircilik biliminin gerektirdiği tutarlılıkta, …” demek suretiyle başlayınca ve devamında ülkeyi pazarlama anlayışına, tüccar siyasete konu bağlandığında yine klişelerle karşılaştığınızı fark ediyorsunuz.

Didaktik dil şehirciliği, mimarlık fakültesinin şehircilik bölümü ve şehircilik dersi seviyesinde “bilim” olarak tanımlayıp devam edince (sanki bu ülkede diğer bilimlere ve bilim insanlarının söylediklerine uyuluyor gibi…) söylenen ‘çarpık kentleşme’ ve bağlı sorunlarının şehrin gelişiminde kent yönetiminin bu ‘bilimden’ faydalanmamaları olduğunu zannediyorsunuz.

Yani yönetim kademeleri, biraz daha bilime ve ’bilimsel açıklamalar’ yapan kurumlara kulak verse, dediklerini yapsa sorun çözülmüş olacak. Keşke sonucu bu kadar kolay bulduğumuz gibi çözümü de basireti bağlanmış kent yönetimini ikna ederek yakalayabilseydik.

Oysa kent bir ilişkiler bütünü ve karmaşıklık ve çelişki sektörlerin, toplum kesimlerinin, çıkar gruplarının, kamu ve özel tarafların,…birbirine karşı ama ortak bir mega mekanda (kentte) sahne almalarından başka bir şey değil. Bu ilişkilerin tümünün görünür düzlemde eşleşmesi ve aralarında birbirlerini de değiştiren ve geliştiren (bazen etkisizleştiren, yoklaştıran…) bir gizil mücadele içinde olmaları gelişimin diyalektiği. Ancak bu ‘gelişme’ sektörler, kesimler, gruplar, sınıflar,… arasında kent yönetim halkasında bir temsiliyete kavuşamazsa sıkıntılı süreç krize açık demektir.

Yalıtılmış ortam ve bilgilendirme
Akademi kendisini bilimsel bilgileri üreten, bunu toplumsal alana sadece “ölçme ve saptama” görevi altında çıkaran bir misyon yüklendiğinde bilimsel doğru kitabi kalmak zorundadır. Siyasetin ve yürütmenin ‘doğru bilgi’ merkezlerinin söylediklerini yerine getirmek gibi doğal bir görevi mi var?

Aynı şekilde meslek kesimi, örgütleri, demokratik yapılar, sivil örgütlerin bir bölümü de kendini akademi yerine koymayı pek sevmektedir. Bir bilgi tabanına yaslanmak, yaşanan ayrıntılar ile hüküm oluşturmak, bunu sürekli olarak merkezi-yerel yönetimlerin hatalı politikalarına bağlamak toplumu aydınlatmak dışında bir işlev görmemektedir.

İstanbul’da yahut ülkemizin genelinde çarpık değil planlı kentleşme, parçacıl olmayan planlama anlayışı, kamu yararı çevresinde imar haklarının düzenlenmesi, ulaşımın karayoluna değil raylı sisteme yöneltilmesi, yoğunluğun azaltılması… gibi malumun ilanı şeklindeki önermelerle tanışmayan mimar, şehirci kalmamıştır. Kent mevcut ekonomik-siyasal-sosyal sitemin dinamik bir parçası olarak kendi kuralarıyla değişmektedir. Buna müdahale durum tahlilleriyle değil, bu ekonomik siyasal sisteme itirazı bir demokrasi sorunu gibi algılayıp, değişime bizzat katılmak; fiilen sürecin içinde durmakla gerçekleşebilir.

Dolayısıyla “kalıcı çözüme kadar acil yapılacaklar” sıralanacaksa öncelikle bilimsel bulgu ve saptamaların bile kent yönetimleri tarafından dikkate alınmalarını içeren demokratik kanalların önerilmesi sıralamanın en başında yer alınmalıdır.

Vize getirmeyi ciddiye almamıştık fakat ona karşı tepkilerin duruşundaki yetersizlik hepimizin sorunu olacak kadar ciddi.