Venedik Bienali dünyanın en eski ortak
sanat sunum alanlarından biri. Tarihi bir hesaba göre 1895'e, bir hesaba göre de
1907 yılına gidiyor. Bütün bu tür düzenlemeler gibi o da iki yılda bir
açıldığından sanat dünyasında büyük tartışmalar oluşturuyor. Başlangıçta
neredeyse tek olan Venedik Bienali zamanla bu niteliğini kaybetti. Çok farklı
nedenlere bağlı olarak meydana çıkan yeni bienallerle sanat dünyası zenginleşti,
Venedik de bienaller zinciri içinde bir, sadece bir halka olarak yerini korudu.
Koruyor.
Her zaman gözde
Hiçbir zaman belirli bir düzeyden daha aşağı düşmemesi, Avrupa'nın ortasında
kurularak sanat dünyasında bir ölçüde eski kıtanın görüşlerini ve tercihlerini
yansıtması, ulaşım kolaylıkları, turizm sezonunda açılıp büyük izleyici
kitlelerine ulaşmayı hedeflemesi, kentin dokusundaki çok etkileyici
tarihsellikle bütünleşmesi gibi nedenler Venedik Bienali'ni bugün de
ilginçleştiriyor. Ne var ki, gerek çağdaş sanat dünyasının iç tartışmaları
gerekse bienal kavramının kendisinde görülen değişimler Venedik'e de yansıyor ve
tüm bu gerekçeler bu platformun bir yandan zenginleşmesine bir yandan da belli
zaaflar sergilemesine yol açıyor. Çağdaş sanat Paris, Londra, New York, Venedik
gibi Avrupa ve Amerika'nın merkez kentlerinden Sao Paolo, Havana, Taipei gibi
çevre, İstanbul gibi geçiş odaklarına kaydıkça yerleşik kentlerde yapılan
çalışmalar da kendilerini yenileme, hâkim hale gelen eğilimlere uyarlama gayreti
içine giriyor. Bu yıl 53'üncüsü yapılan Venedik Bienali tüm bu özellikleri
yansıtması bakımından ilginç. 77 ülke ve sanatçının yer aldığı, sanat tarihine
yerleşmiş ustalarla işe yeni başlayanların (müptedilerin), merkez ülkeler ve
kültürlerden gelenlerle çevreden çıkanların, gençlerle yaşlıların bir arada
bulunduğu diğer tüm bienaller gibi bu bienal de çok farklı mekânda izlenen bazen
ilginç bazen kanıksanmış, kimisi yeni bir eğilimi yansıtan kimisi
gelenekselleşmiş yapıtları izleyiciye sunuyor. Bienal bugünkü sanat dünyasının
bir kavram olarak da en önemli tartışma alanlarından birisi. Nasıl
düzenleneceği, düzenleme metodunun ne olacağı başlı başına bir sorun. Gene
bugünkü sanat dünyası bu sorunu çözmek için 'kayyum' (küratör) diye bir kurum
yarattı. Bir sergiyi düzenleyen kişiye kayyum deniyor. Kayyum şu veya bu yoldan
atanıyor ve bir bienali oluşturuyor. Seçim her defasında yeni tartışmalara gebe
kalıyor, doğal olarak.
Tek seçiciyle 'Dünyalar Kurmak'
'Bu yıl Venedik Bienali'ni 1963 doğumlu Daniel Birnbaum
hazırladı. Bienal komitesi başkanı kataloga yazdığı önsözde, herhalde bugüne dek
yaşanan tartışmalardan biraz yılmış bir biçimde kararlarının tek küratör
olduğunu vurguluyor. Tek küratör tek sorumludur, izlenmesi kolaydır gibi
yargılar öne sürüyor. Birnbaum, bienal tarihinin en genç düzenleyicisi. İsveç
doğumlu. Sanat dünyasıyla ilgili olanlar adını çeşitli dergilere yazdığı
yazılardan ve daha önce yaptığı sergilerden biliyor. Birnbaum, bienalin konusunu
'Dünyalar Kurmak' diye seçmiş. Bienal kataloguna yazdığı yazıda
bunun ne anlama geldiğini ifade ediyor. Onu anlatırken de genel olarak bugün
çağdaş sanat dünyasının durup dinlenmeden tartıştığı bir konuyu gündeme
getiriyor: Kürselleşme ve yerellik ilişkisi. Biraz kabak tadı vermekle ve epeyce
eskimiş olmakla birlikte Birnbaum bir kez daha küreselleşmenin bir gerçek
olduğunu kabul ederek yerelliğin önemini vurguluyor. Küreselleşmenin bir
homojenizasyon tehlikesi içerdiğini, bunu yerellikle aşabileceğimizi belirtiyor,
fazlaca beylik bir yaklaşım olarak. Zaten o da bunu bildiği için ve biraz da bu
yerellik-ulusallık meselesinden korkup çekindiği için derhal maksadının dar
anlamda milliyetçiliğe referans olmadığını vurguluyor. Nitekim bu amacı
doğrulamak için bienal güzel bir görsellik geliştirmiş. Biraz fazla 'tiyatro'
koksa bile ulusal bayrakları oluşturan renk çubuklarının, yıldızların ve diğer
sembollerin bağlamlarından sökülüp ortalığa bırakılması çocukça ama hoş bir
yaklaşım. Birnbaum yazısında asıl önemlisi dünyalar kurmak kavramının ne anlama
geldiğini anlatıyor. Biraz dolambaçlı biçimde diyor ki, her sanatçı yapıtını
ürettiği zaman bir dünya kurar. Sanatçının dünyası hem tekildir hem de değildir.
Sanatçı bir anlamda da çeviri yapan kişidir. Çeviri kültürel ortamın
zenginleşmesine yol açar, farklı kültürlerin birbirini anlamasını sağlar.
Bunlar, dediğim gibi, öyle yeni şeyler değil. Çağdaş sanat dünyası bu konuları
son 25 yıldır enine boyuna tartıştı.
Çağdaş sanat dedikleri
Bunu söyleyince birkaç cümle de çağdaş sanat üstüne etmek zorundayım. Çağdaş
sanat, 1970 sonrasındaki sanata verilen addır. O tarihe gelinceye kadar bilhassa
Amerikan görsel sanatı 'son modernizm' diye adlandırılabilecek bazı çıkışlar
yapmıştır ve sahneyi terk etmiştir. Dolayısıyla çağdaş sanat, modern sanatın
bittiği noktada başlıyor. Bu genel bir yaklaşım ama önemli bazı sınırları da
oluşturabiliyor. Modern sanat daha içe dönük, okurdan daha fazla entelektüel
katılım bekleyen, kendisi de çok daha fazla entelektüel ve felsefi öze sahip bir
anlayışı yansıtıyor. Daha çok 'Sanat nedir?', 'Neyi sanat yapıtı sayabiliriz?'
türünden sanat felsefesinin ilgilendiği soruları kendi anlayışı içinde
tartışıyordu. Bu bakımdan da siyaset, gündelik hayat, insani ve varoluşsal
sorunlar pek 1907'de Picasso'nın Avignon'lu Kızlar tablosuyla birlikte başlayan
bu sanatın kapsamı içinde yer almazdı. 1970'ten itibaren sanat yeniden bu
sorunlara yöneldi. Daha açık ve doğrudan söylemek gerekirse 'zor' sanat biraz
geriye itildi. Sanatın oyunla ilgili yanı yeniden anımsandı. Fakat ondan
önemlisi sanat yapıtının gündelik sorunlar, siyaset, açlık, hastalık, eşitsizlik
vb kavramları kendisine odak alması gerektiği öne sürüldü. Sadece tuvalle ve
resimle yetinilmedi. Mekâna dönük müdahaleler, mekân yerleştirme ve
düzenlemeleri, hafıza, kimlik, aidiyet gibi konuları anımsatacak ve
tartıştıracak yeni yapılar ve mecralar çağdaş sanatın belkemiği. Bienaller de
haliyle bu kavramların irdelendiği ortak çalışma alanları.
Bu yılın bienali
Genel olarak bakıldığındaysa Venedik Bienali bu defa bana pek öyle canlı,
yeni enerjiler üreten, bilmediğimiz dünyalardan örnekler taşıyan, önümüze yeni
boyutlar çıkaran bir düzenleme izlenimi vermedi. Tam tersine onca genç
sanatçının onca işine rağmen Bienal daha ziyade yaşlı, tanıdık, bildik
sanatçıların yapıtlarına yaslanıyordu. Elbette çok genç ve yeni iş gösteren,
tanımadığımız isimler de vardı ama belki daha 'güvenli' olduğu için neredeyse
sanat tarihinin temel taşı olmuş sanatçılar epey bir yekûn tutuyordu, sayıca. Ne
var ki, o tür sanatçıların yenilik adına da yeni kavramlar adına da söyleyecek
fazla bir şeyi olmuyor. Oysa çevreden gelen, kariyerine yeni başlayan sanatçılar
çok daha atak, sert, heyecanlı şeyler sunuyor izleyiciye. Bu defa da bu kural
değişmedi. Münferit olarak sanatçıların neler yaptığı ve kimin işinin daha
ilginç olduğu bir yana, 'pavyon' olarak bakılırsa ben bilhassa Güney Amerika
ülkelerinden gelen sanatçıların işlerini çok beğendim. Hatta Arap dünyasından
gelen sanatçıların işleri de daha ilginçti. Aynı şekilde East West Diwan da
etkileyiciydi. Kendi kişisel değerlendirmem ölçeğinde teker teker sanatçılar
diye baktığımda da Lygia Pape, Huang Yong Ping, Sheela Gowda, Ceal Floyer, Tomas
Saraceno adlarını sıralayabilirim. Bu tür sergilerde ister istemez Türkiye neler
yapmış diye bakıyor insan. Türkiye pavyonunun kayyumu Başak Şenova'ydı. İki
sanatçı, Hollanda'da yaşayan Ahmet Öğüt'le İstanbul'dan Banu Cennetoğlu'nun
işlerinden oluşuyordu düzenleme. Lapses (geçmek, düşmek, bitmek anlamlarına
geliyor İngilizcede) başlıklı iş bir kulübenin içine Ahmet Öğüt'ün inşa ettiği
Patlamış Şehirler (Exploded Cities) başlıklı bir düzenlemeyle Banu
Cennetoğlu'nun hazırladığı bir kitaptan oluşuyordu. Öğüt'ün kurduğu şehir,
Madımak Oteli, Susurluk Kamyonu gibi son dönem siyasal, toplumsal hayatımızın
önemli 'figürlerinin' minyatürlerini de içeriyordu. Banu Cennetoğlu'nun
kitapları ise sayısız görsel malzemeyi bir araya getiriyordu. Venedik Bienali
kentin içindeki birçok mekâna yayılmıştı. Bu derecede tarihsel bir kentin
böylesine çağdaş görüntülerle bütünleşmesi insana ayrı bir lezzet veriyor. Bu
yazı yayımlandıktan çok kısa bir süre sonra şimdi dünyanın en önemli
bienallerinden birisi kabul edilen İstanbul Bienali başlayacak ve o da benzeri
bir etkinliği gerçekleştirecek. Üstelik onun Venedik Bienali'nden çok daha
canlı, yaratıcı, yenilikçi olacağını da tahmin ediyorum. İçinde yaşadığımız
dünyayı kavramanın en iyi yollarından birisi, bienalleri görmek. Venedik Bienali
de bu olanağı 22 Kasım'a kadar sunuyor. Eskiden 'Venedik'i gör sonra öl'
denirmiş. Aynı şeyi Venedik Bienali için söylemem ama "Bienali gör, yaşamaya
devam et," diyebilirim.