Ulucanlar Cezaevi sessiz sedasız
ziyarete açıldı. Her şeyden önce, her şeyden önemlisini söylemekle başlamalı;
bu, Türkiye tarihinde önemli bir adım. Zira Türkiye’de, demokrasi mücadelesinin
karşı karşıya kaldığı baskının sembolleştiği daha çok eza mekânı var,
anıtlaştırılmayı bekleyen. Ve her şeye rağmen, Ulucanlar Cezaevi’nin bu yönde
bir çabanın somutlaştığı bir örnek olması önemli. Ancak bu durum, ortaya çıkan
ürünün, taşıdığı toplumsal ve siyasal anlama layık olduğu anlamına gelmiyor
maalesef. Tam da Ulucanlar’ın öneminden ötürü, sözü sakınmadan söylemek gerek:
Altındağ Belediyesi’nin yaptığı uygulama sonucu bugünkü haliyle Ulucanlar,
içinde yaşananların izlerinin silindiği, yapının siyasi anlamının da rüküş sergi
yöntemleriyle dejenere edildiği bir durumda. Peki bu noktaya gelinceye kadar
neler yaşandı?
‘Büyük Yüzleşme: Ulucanlar’
Cezaevinin 2006 yılında boşaltılması sonrasında, Mimarlar Odası
Ankara Şubesi’nin öncülük ettiği üç çalışma aksı, Ulucanlar’ın yıkımını
engelleyecek ve bir “tanık-mekân” olarak yaşamasını sağlayacak
süreci başlattı. Bunlardan ilki Ulucanlar Cezaevi’ni toplumsallaştırmayı
hedefliyordu. Ankara Barosu ile birlikte düzenlenen bir dizi
etkinlikle, cezaevini iki haftada 15 bin kişi gezdi. İkinci çalışma,
Büyükşehir Belediyesi’nin yapıyı yıkarak rant sağlama arzusu
karşısında yapının koruma altına alınmasını amaçladı. Ankara Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na yapılan başvuruyla cezaevi
yapılarının büyük bölümü ve alanın tamamı kültür varlığı olarak tescil edildi.
Üçüncü çalışmaysa, yapının nitelikli bir proje uyarınca dönüşümünün sağlanması
için düzenlenen ve yüzlerce mimarlık öğrencisinin katıldığı “Kent
Düşleri Ulusal Fikir Projesi Yarışması” oldu.
Uygulama aşamasına gelindiğinde, süreci yürütecek, Adalet Bakanlığı’nın
onaylayacağı bir kuruma ihtiyaç doğdu. İşte bugün Ulucanlar Cezaevi’ni
yıkılmaktan kurtarmak ve müzeye dönüştürmekle övünen ve kendini bu sürecin tek
aktörü olarak lanse eden Altındağ Belediyesi ancak bu noktada, 2008 yılında
sürece dahil oldu. Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankara Barosu, Adalet Bakanlığı
ve Altındağ Belediyesi arasında imzalanan dörtlü protokol ile uygulama süreci
başlamış oldu. Maalesef bu noktadan sonra işler kurgulanan çerçevenin dışına
çıkmaya başladı.
Uygulama süreci başladıktan bir süre sonra, bazı yapıların projede
öngörülmediği halde yıkılması üzerine Mimarlar Odası Ankara Şubesi,
Altındağ Belediyesi nezdinde girişimlerde bulundu. Bu arada,
proje dışı uygulamalara itiraz eden proje müellifi mimarlar yavaş yavaş sürecin
dışına itildi. Ulucanlar’da yaşanmış olanların izlerinin yok edilmekte olduğu
kaygısıyla, 2010’un ilk ayları boyunca, protokolün tarafı olan kurumların ve
başka sivil toplum örgütlerinin katıldığı bir dizi toplantı yapıldı. Oda
yöneticilerinin Altındağ Belediye Başkanı ile yaptığı yüz yüze görüşmelerde
hatalı uygulamalar dile getirildi. Yerinde tespit yapmak üzere cezaevine giriş
talebiyse yanıtsız kaldı.
Öte yandan, 12 Eylül referandumunun ülke gündemine girişiyle birlikte AKP’nin
“demokratik açılım” kampanyası, ülkenin sol birikimini ve değerlerini
araçsallaştırmaya başladı. Bu çerçeve içinde Ulucanlar’ın tarihi seçmeci bir
tavırla yeniden yazıldı; evet solcular devlet tarafından mağdur edilmişti ama bu
mağduriyet, ülkücülerin, İslamcılarınkilerle beraber, mağdurlar listesinde bir
kalemdi sadece. Örneğin 1999’da Ulucanlar’da yaşananlar bu seçmeci tarihin
hazmedebileceği sınırların ötesinde olduğundan, yok sayılıyordu. Bütün bunları
kanıtlarcasına 2010 Ağustos’unda cezaevi, içinde düzenlenen iftar yemekleriyle
utangaç açılış girişimlerine sahne oldu. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine
resmi açılış ertelendi. Yapılan tüm girişimler yanıtsız kalınca, Mimarlar Odası
Ankara Şubesi Ulucanlar Cezaevi’ni bir kez daha gündeme taşıyabilmek için
harekete geçti. Bir yandan bir dizi söyleşiyle “cezaevi müzesi” kavramı
tartışmaya açıldı. Bir yandan da, hem Ulucanlar Cezaevi’nin toplumsal tarihini,
hem de son beş yılda yaşanan yıpranma ve dejenerasyon sürecini kamuoyuyla
paylaşacak bir belgesel; “Büyük Yüzleşme: Ulucanlar” hazırlandı.
Ulucanlar’ın kaybettikleri
Cezaevinin bugünkü durumuna gelecek olursak, önce Radikal İki’nin 5 Ağustos
2007 tarihli sayısına, yine Ulucanlar Cezaevi üzerine yazdıklarımdan bir alıntı
yapmalıyım:
“...acının anılması/ anımsanması amacıyla üretilen müzeler çekilen acının bir
seyirliğe, sıradan bir teşhir nesnesine dönüşmesini engellemeyi, yaşanan
tarihsel trajedilerin öznesi olmuş insanlarla kurulacak duygudaşlığı artırmayı
hedefler. Bunun için izlenen başlıca stratejiyse mekânın mümkün olduğunca
orijinal biçimde deneylenmesini sağlamaktır.”
Bu alıntı, Ulucanlar Cezaevi’nin şu anki halini, tam zıddını tanımlayarak
ifade etmiş oluyor aslında. Söylenenin tam aksine, bugün cezaevi, içinde
yaşananların izlerinin yok edildiği, sterilleşmiş, barındırdığı “kirin” ve
dehşetin de seyirliğe dönüştürülmüş olduğu bir durumdadır. Dahası, yukarıdaki
alıntıda öngörülmeyen bir biçimde, yaşanan acılar sıradan bir teşhir nesnesinden
öte, popülist bir siyaset söyleminin sıradan unsurlarına çevrilmiştir. Bugün
cezaevini gezen biri kolaylıkla Nâzım Hikmet’le Necip Fazıl’ı yan yana
ranzalarda beraber kalmış zannedebilir, Ulucanlar’da idam edilenler listesinin
başında yer alan İskilipli Atıf Hoca’nın aslında şehir meydanında asıldığını
bilmediği için onun ismini Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte okuyup
geçebilir. Azıcık daha bilgili olanlarsa, idamların gerçekleştiği küçük avluyu
boşuna arayıp duracaktır. Zira avluyu oluşturan duvarlar artık yok, yemekhane
yapısının yıkılmasıyla oluşan ölçeksiz meydanın uzantısı bugün o avlu. Deniz’in
asılmadan önce oturtulduğu ve idam edileceği darağacını seyrettiği müdüriyet
odasıysa bugün bir mutfak.
Ulucanlar’ın ne kaybettiğini anlamak zor değil aslında. Cezaevini, eski
halini görmüş herhangi bir kişiyle birlikte gezerseniz, muhakkak hayal kırıklığı
ifadeleri duyacaksınız. Bu hayal kırıklığının tarifi kolay değil, gezenlere
sorduğunuzda da ancak yok olduğunu gözledikleri somut detayları aktarabilecekler
size. Oysa kelimelere kolay dökülmeyen aldatılmışlık hissi, ilişkilenmek
istediğiniz tarihle sizi buluşmaktan alıkoyan şey, basitçe gerçekliğin yok
edilişidir. Tüm duvarları homojenleştirip temizlemiş yavruağzı sıvanın
yapaylığıyla, balmumu heykellerin sahiciliği aynı madalyonun iki yüzü aslında.
“Kim bilir hangi sevdiğini kendisinden ayıran duvarların içini ilk kez gören,
gördükçe buğulanan gözlerin çokluğu içini burkuyor insanın” diye yazmıştım dört
yıl önce Radikal İki’de. Bugün bu etkiyi gözleme şansımız yok artık.
Son söz: Her şeye rağmen, kentsel toplumsal bir mücadeleydi
Ulucanlar’ın yok olmasını önleyen ve niteliğinden ne denli kaybetmiş olursa
olsun bir müzeye dönüşümünü sağlayan. Ankara için de, Türkiye için de az buz şey
değil bu.