İşte Mimar Doğan Hasol'un "Ülke mimarlığı nereye götürülüyor?" isimli yazısı...
Ülke Mimarlığı Nereye Götürülüyor?
Bir süreden beri özellikle kamu yapılarında, iktidarın geçmişe duyduğu özlemden kaynaklandığı sanılan birtakım özentiler mimarlık dünyamıza girmeye başladı. Çokça duymaya başladığımız Selçuklu-Osmanlı tarzı yapılar yapılması yolundaki kamusal telkinler mimarlığımızı artık iyice rayından çıkarma yolunda.
Önce şunu belirtmek gerekiyor: Mimarlık bir sanat dalıdır. Birçok düşünüre göre de “sanatların anası” sayılır. O nedenle bir sanat olarak her şeyden önce özgün olmak ve yeni şeyler söylemek, çağın olanaklarıyla seçkin yapıtlar ortaya koymak gerekir. Sanat yaratıcılık ister; kalıba girmez. Aksi halde yapılan şey, sanat sayılmaz, sanat yönü eksik olunca da “mimarlık” diye nitelendirilemez.
Tarihte buna benzer davranışlar görülmüştür; çoğu kez de bunalım dönemlerinde... Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda, Stalin Rusyası’nda bunun pek çok örnekleri vardır. Sanatın baskı altında tutulduğu, o nedenle de yenilik üretme gücünün tıkandığı dönemlerde geriye bakmak, geçmişten medet ummak, denenecek en kolay yoldur.
Taklit ve sahte
Bugün bizde, geçmiş mimarlık değerlerine gereken özen gösterilmezken yeni yapılanların onlara benzetilmesi istenmekte. Bu garip davranışın örnekleri çoğalmakta... Ancak bir nokta var ki nedense hep göz ardı ediliyor: Taklit ve sahte olan hiçbir zaman özgün olanın değerini taşımaz. Son dönemlerde yapılan kimi camiler bu akımın çok tartışılan örnekleri oldular. Ataşehir’deki cami, şu anda Çamlıca Tepesi’nde yapılmakta olan cami... Daha eskilere gidersek Ankara’daki Kocatepe Camisi... Hiçbiri mimari bakımdan dikkate alınacak değerde değil. Olamazlar da... Çünkü mimarlık bu değildir. Ne yazık ki bunlardan birine Mimar Sinan’ın adı verildi. Bu davranışın Koca Sinan’ın anısına karşı yapılmış büyük bir saygısızlık olduğunu düşünenler haksız değildir. Sorumluları vebal altındadır.
Başka bir saygısızlık örneğini Süleymaniye’nin görkemli siluetini perdeleyen Haliç Metro Köprüsü oluşturdu. Yapımdan önce de defalarca eleştirip uyarmaya çalıştığımız uygunsuz tasarımın sonucu bugün bütün çıplaklığıyla ortada. Altın Boynuz’u simgelemek üzere yapılan yüksek boynuz-ayaklar ve onlara tutturulan çelik askılar tarihsel siluete saygısızlığın en çarpıcı örneğini oluşturdu. Artık üzülmekten başka bir şey gelemez elimizden.
Örnekler çoğaltılabilir... Adalet Bakanlığı’nın çeşitli illerde yaptırmakta olduğu adliye sarayları!.. Onlar da ne yazık ki geriye dönük aynı tutarsız anlayışın etkisinde. Kimi okul yapıları ile TOKİ’nin birçok uygulamasını da bunlara ekleyebiliriz. Ne yazık ki bu tür özentiler özel kesim yapılarına da sirayet ediyor. Halkın beğeni düzeyi giderek aşağıya çekiliyor.
Yoz mimarlık
Bardağı taşıran yeni bir örnek de Ankara Belediyesi’nin öngördüğü kent kapıları... O girişim de anlaşılmaz, garip bir özenti. İstanbul’da da bir ara moda haline gelen, “7 tepeye 7 bilmem ne…” projelerinden sonra, şimdi de “Ankara’nın 5 girişine 5 kapı...” girişimi. “Kent kapısı”nın tarihsel kavramının bile bilinmediği çok açık. Ankara bir ortaçağ şehri değil... Ankara çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin övüncü modern bir başkent(ti!). Şehrin otoyol girişlerine kondurulacak kapıların fotoğraflarını internette görüyoruz. Garip kuleler, üzerilerinde sözde Selçuklu(!) tarzı külahlar... Anlamsız birtakım formlar... Toplamda hepsi de birer mimarlık ucubesi. Yalnızca, Deli Dumrul misali para toplama gişeleri eksik! Oldu olacak, bu kapılar kaydırılabilir yapılmalı ki, şehir büyüdükçe kapılar da ötelenebilsin!..
Her şeyi bildiğini sanan merkezi yönetim ve onun güdümündeki kimi yerel yönetimler mimarlık konularını hafife alıyorlar. Kentler ve onları oluşturan mimarlık, toplumların aynası, uygarlığın en önemli göstergesidir. Farkında olunmasa da yaratılan mekânlar ve binalarla bugünün kültürel tarihi yazılmakta. Bu iş geçmişe öykünmekle olmayacağı gibi, yoz mimarlık örnekleriyle de olmaz.
Kamunun görevi, geleceğe bırakılacak yapıtlar için mimarlığın önünü açmak olmalıdır. Bugünün en kötü örnekleri ne yazık ki kamu yapıları... Nedense depremlerde de ilk yıkılanlar onlar oluyor. Oysa kamudan beklenen, topluma, özel kesime de örnek olmasıdır. Kamu, yapılarını çoğu kez, hedefi o işten olabildiğince çok kârı sağlamak olan müteahhitlere ihale edip işin içinden sıyrılmak istiyor; mimarlığı da onların bilgi, görgü ve cömertliğine emanet ediyor. Bilinir ki önemli işler için en doğru yol mimarlık yarışmalarıdır. Çağdaş dünya bunu böyle yapıyor. Bizde kamu yöneticileri, var sandıkları bilgi ve görgülerine duydukları güvenle çevreye, kentlerimize, hatta tarihimize zarar veriyorlar. Unutulmamalı ki mimarlığın düzeyini mimarın niteliğinin yanı sıra işverenin bilgi ve görgü düzeyi belirler.
Bir yandan da yeşili yok eden plansız, aşırı yüksek ve yoğun yapılaşma kentlerimizi tanınmaz hale getiriyor.
Gelecek kuşaklar, bu dönemde Türkiye’de mimarlık adına hiçbir şey yapılmamış olduğunu düşünürlerse haksız olmazlar. Meslek kuruluşları ülke mimarlığını dünya kamuoyu önünde küçük düşüren bu örneklerin sorumlusu yöneticilere ve onların emir kulu mimarlara dur demeli ve ülkenin izlemesi gereken “Mimarlık Politikası”nı bir an önce ilan etmeli.